28 Eylül 2009 Pazartesi

MARKA OLMAK VE İSTANBUL

Her sektörde, her alanda, her iş kolunda, rekabetin olduğu her yerde marka ve idol isimler vardır.

Uğur Dündar, güvenilir haber spikerliğinde, İlber Ortaylı güvenilir tarih yazarlığında markadır. Aziz Yıldırım spor camiasında kulüp başkanlığında, Hidayet Türkoğlu bir sporcu olarak basketbolda, ülkemizin markasıdır.
Antalya 5 yıldızlı otelleri ile, Safranbolu ise kendisine has evleri ile turizm sektörünün marka şehirleridir.
Ülker bisküvide, Coca Cola meşrubat sektöründe, marka ürünlerdir.
Formula-1 araba yarışlarında, Şampiyonlar Ligi, futbolda markadır. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün...

Ama biz ülke olarak öyle bir markaya sahibiz ki, bu markanın gücüne, ne idareciler olarak, ne vatandaşlar olarak, ne yaşayanlar olarak vakıf olabildik. Bu marka hepimizi ezdi ve ezmeye devam ediyor. İşte bu marka İstanbul'dur.

2010 yılında Avrupa Kültür Başkenti olacak olan marka şehrimiz İstanbuldan hergün onlarca olumlu ve olumsuz haber çıkmaktadır. Sel felaketi, ırza geçme, kapkaç terörü, trafik terörü, gibi onlarca olumsuzluğun yanında, yeni yeni açılan kültür merkezleri, viyadükleri, tünelleri, raylı sistemleri, müzeleri ve benzeri gibi onlarca da iyi yapılan işler ile, dünyada bir benzeri daha olmayan o güzel boğazı ile de olumlu olarak hafızalarda yer işgal etmektedir.

Güçlü markalar nasıl yönetiliyor? nasıl gücünü devam ettiriyor? ilgiyi her zaman kendisinde tutmayı nasıl becerebiliyorun? cevabını bulup, bunu İstanbula uygulayabildiğimizde, neler olabileceğini hep beraber göreceğiz.

Tevfik ÇELİK

26 Eylül 2009 Cumartesi

DAUM EFENDİ

"Şapka düştü, kel göründü"

Hazırlık maçlarında başlayarak, lig ve uefa ön eleme tur maçlarında takımımızı gördük...hiç birimiz ne oynanan futboldan tatmin olduk, ne teknik kadronun kararlarından, ne de mücadeleci takım beklentimizden...bizler gibi yönetimimizinde tatmin olmadığını düşünüyorum...

Daumun, "72 Tuncay" takıntısını hatırlamayanız yoktur sanırım...adam çok uzunca bir süre Tuncayı hep yedek soyundurdu ve maçın durumu ne olursa olsun Tuncayı 72. dakikada oyuna alırdı...

Daum tribünlere oynuyor, ama hangi tribünlere? onun tribünü, şeref tribünü, yani yönetim...sayın Daum, konuşmalarına göreve geldikten sonra, uzunca bir süre sayın başkan Aziz Yıldırım diye başladı, teşekkür etti, katkılarından bahsetti falan...sonra muhtemelen ikaz gördü ve kendisine "bu kadar yalakalık yeter" dendi herhalde ki, artık kullanmıyor veya ben son dönemde kaçırdım...

Yine Daum tribünlere oynuyor, nasıl mı? Türk halkının sempatisini kazanmak için bizim toplum olarak hassas olduğumuz konulara değinerek...eeeee medyamız içinde bulunmaz haber kaynağı...ve sonuç Daum bizden biri...İstiklal marşı okuyor her maç öncesi bizimle beraber...ama ne hikmetse dudak hareketleri senelerden beri bir türlü söylenen marşla tutmadı...yinede sempati duyuyoruz kendisine ve söylediğini şov yapmadığını kabul ediyoruz...

Daum tribünlere oynuyor, peki bu tribünün adı ne? Bu tribünün adı PARA; Napolyonun tabiri ile "para para para" belki bir daha göremeyeceği miktarda paralar alıyor bizden...peki ne verecek bize aldığı bu paraların karşılığında? çok iyimser tahminim, bir ihtimal lig şampiyonluğu...ve Türk insanın bununla tatmin olduğunu görmüş uyanık Germen...

Daum tribünlere oynuyor, meslektaşları ve futbol camiasına iyi görünme tribünü bunun adı da...Milli maç öncesi, milli takımın başındaki, ve adını burada zikretmek istemediğim şahsa ve ekibine methiyeler düzerek...bu tavrı ile kendisine karşı bir cephe oluşturmamak için bu tribünlere oynuyor...futbol camiası içinde sempati ve saygınlık kazanmak için oynuyor bu tribüne...

Premier Lig gol kralını, en hayati önem taşıyan, şampiyonluk maçımızda sahaya yedek sürerek moral olarak bitiren bu adam değil mi?

Semih Şnetürk gibi, herkesin üzerinde uzlaştığı, kendisini ispat etmiş bir gol makinasına bu mesafeli duruşu yapan bu adam değil mi? bütün stad 55. dakikadan itibaren Semih Şentürk diye bağırırken, durum1-2 olunca oyuna sokan bu adam değil mi?

Mehmet Topuz gibi mücadele eden ve birazda saha içi çirkefliğe müsait yapıda olan, elindeki bu değere sırf, aldığı ücret ve popüleritesinden ötürü başkaca hiç bir problem olmamasına rağmen, mesafeli davranan bu adam değil mi?

Rakipler artık bizi çözdü, önlemlerini çok rahat alıyorlar, Alexin başına bir adam, maçın birinci dakikasından itibaren yakın markaj ve biraz da tatlı sert press, zaten mücadele yeteneği sıfır olan bu futbolcunun bitmesi ve sayın Daumun buna seyircisi kalması, önlemini almaması ne ile izah edilebilir?

Dünkü maçta, Gökhan Gönül yediğimiz birinci golden yaklaşık 5 dakika önce falan sakatlandı, tv de bu görüldü mü bilemiyorum ama, çocuk sekmeye ve saha içinde durmaya başlamıştı...bunu göremeyip, saha kenarına çağırıp, kısa süreli tedavisini yapmayıp, Gökhanın gol dakikasında uzun süreli sakatlanmasına seyirci kalan ve 10 kişi kaldığımız bu anda gol yememize seyirci kalan da bu Daum dan başkası değil...

Özer Hurmacıyı bu platformda kaç senedir takip ediyoruz arkadaşlar? Ankaraspora gitmeden önceden buradan yönetime seslenip, böyle bir değer var, bunu alalım demedik mi? er veya geç aldığımız bu futbolcu, gelecek 10 yılda Türk futboluna damgasını vuracak derken, diye düşünürken veya kendimizi avuturken, bu sayın Dauma, bu konuyu anlatacak ve bize Kazım - Deivid eziyeti çektirmeye sonlandıracak bir ALLAH'ın kulu yok mudur?

Ve bu yazdıklarım uzatılabilir, yazının da daha fazla sizleri sıkmaması için burada satırlarıma, yapmış olduğum bu tespitlerle son veriyorum. Çözüm konusunda ise çokta iyimser olmadığımı ifade ediyor, hepinize saygılarımı sunuyorum...

Tevfik ÇELİK

25 Eylül 2009 Cuma

Gerilla - Terörist

Gündemimize planlı bir şekilde sokulan ve nakış gibi ince ince işlenen bir Gerilla sözcüğü ile farkında olmadan muhatap olmaya başladık.

Öylesine bir psikolojik harekat ki bu, bilinçaltımıza, terörün maşası olan o teröristleri gerilla olarak lanse ediyorlar. Bölgedeki Dtp'li yetkililerin, belediye başkanlarının, parti yöneticilerinin beyanlarında artık gerillalardan bahsedilir oldu.
Ben size hemen bu sürecin yol haritasını çizeyim; bunu önce sanatçılar, sonra bilim ve siyaset dünyasındaki önemli isimler takip edecek, en sonunda da devletimizin en yetkili ağızları gerilla söylemini gerçekleştirecekler.

Türk Dil Kurumu sözlüğünde Gerilla "Düzenli bir orduya karşı küçük birlikler hâlinde çatışan, hafif silahlarla donatılmış topluluk" olarak tanımlanıyor. Buna bağımsızlık savaşçısı ifadesi de ekleyebilirsiniz.

Alın size ezilen ve sömürülen (?) Kürt halkının, bu esaretten kurtulması ve tam bağımsızlığına kavuşması için ve devamında da kurulması planlanan Bağımsız Kürdistan için savaşan bu kahraman insanların (?) mücadelesi. Alın size bu Kürt halk kahramanlarına (?) verilen isim. Önce gerilla, sonra direnişçi, sonra kahraman ve en sonunda Türk askerine sıkılan ilk kurşun heykelinin bilmem ne tepesindeki açılışı. Diyarbakırın, Siirtin, Hakkarinin sokaklarına verilen, çocuk parklarında ölümsüzleştirilen veya hastanelere verilen gerilla isimleri.

Bu ülkede ezilen ve baskı altında yaşayan bir Kürt kimliğinden kim bahsedebilir? Tek kelime Türkçe bilmeden yaşayan bu insanlara kim, hangi baskıyı uygulamıştır. Sosyal adaletten bahsedenler, kendilerine getirilen hizmete nasıl karşılık vermişler peki bunu sorguluyorlar mı? Türkiyenin en yüksek kaçak elektrik kullanım oranı nerelerdedir? Peki orada kullanılan kaçak elektiriğin parasını ben vermek zorundamıyım? İş makinalarını yakanlar, oraya giden mühendisleri, öğretmenleri öldürenler kimlerdi acaba? Bu tür olaylar neden Güneydoğu haricinde başka bir yerde olmuyor acaba? Bu yörenin insanları bunları düşünmüş mü, bizim düşündüğümüz kadar?

Herkes, ağzından çıkana dikkat etmeli ve terör yapana TERÖRİST demesini bilmeli, yoksa bu söylemler kutuplaşmayı ve akabinde de bölünmeyi zorunlu kılacak.

Tevfik ÇELİK

23 Eylül 2009 Çarşamba

SEVGİ TÜRLERİ VE FENERBAHÇE SEVGİMİZ

İnsan hayatında üç tür sevgi vardır diyor Japon yazar Toyotome.

Birincinin adi "Eğer" türü sevgi!.

Belli beklentileri karşılarsak bize verilecek sevgiye bu adi takmış yazar. Örnekler veriyor: Eğer iyi olursan baban, annen seni sever. Eğer başarılı ve önemli kişi olursan, seni severim. Eğer eş olarak benim beklentilerimi karşılarsan seni severim (Altı çizilmeye değer bir cümle!).
Toyotome "En çok rastlanan sevgi türü budur" diyor. Bir şarta bağlı sevgi. Karşılık bekleyen sevgi. "Sevenin, istediği bir şeyin sağlanması karşılığı olarak vaat edilen bir sevgi türüdür bu" diyor yazar. "Nedeni ve şekli bakımından bencildir. Amacı sevgi karşılığı bir şey kazanmaktır." Yazara göre evliliklerin pek çoğu "Eğer" türü sevgi üzerine kurulduğu için çabuk yıkılıyor. Gençler birbirlerinin o anki gerçek hallerine değil, hayallerindeki abartılmış romantik görüntüsüne aşık oluyor ve beklentilere giriyorlar. Beklentiler gerçekleşmediğinde, düş kırıklıkları başlıyor. Sevgi giderek nefrete dönüşüyor.
En saf olması gereken anne baba sevgisinde bile "Eğer" türüne rastlanıyor. Yazar bir örnek veriyor. Bir genç Tokyo Üniversitesi giriş sınavlarını kazanarak babasını mutlu etmek için çok çalışıyor. Okul dışında hazırlama kurslarına da gidiyor. Ama başarılı olamıyor. Babasının yüzüne bakacak hali yok. Üzüntüsünü hafifletmek için bir haftalığına Hakone kaplıcalarına gidiyor. Eve döndüğünde babası öfkeyle "Sınavları kazanamadın. Bir de utanmadan Hakone'ye gittin" diye bağırıyor. Delikanlı "Ama baba, vaktiyle sen de bir ara kendini iyi hissetmediğinde Hakone kaplıcalarına gittiğini anlatmıştın" diyor. Baba daha çok kızarak, delikanlıyı tokatlıyor. Çocuk da intihar ediyor. "Gazeteler intiharın anlık bir sinir krizi sonucu olduğunu söylediler, yanılıyorlardı" diyor yazar. Delikanlı babasının kendisine olan sevgisinin yüksek düzeydeki beklentilerine bağlı olduğunu anlamıştı!. İnsanlar "Eğer" türü sevginin üstünde bir sevgi arayışı içindeler aslında. "Bu sevginin varlığını ve nerede aranması gerektiğini bilmek, bu genç adamın yaptığı gibi, yaşamı sürdürmekle, ondan vazgeçmek arasında bir tercih yapmakla karşı karşıya kaldığımızda önemli rol oynayabilir" diyor, Masumi Toyotome.. İlginç değil mi?..

İkinci türe geçiyoruz. "Çünkü" türü sevgi...

Toyotome bu tür sevgiyi söyle tarif ediyor: "Bu tür sevgide kişi, bir şey olduğu için, bir şeye sahip olduğu yada bir şey yaptığı için sevilir. Başka birinin onu sevmesi, sahip olduğu bir niteliğe ya da koşula bağlıdır. " Örnek mi?.. "Seni seviyorum. Çünkü çok güzelsin (Yakışıklısın!)" "Seni seviyorum. Çünkü o kadar popüler, o kadar zengin, o kadar ünlüsün ki" "Seni seviyorum. Çünkü beni üstü lüks arabanla, o kadar romantik yerlere götürüyorsun ki." Yazar, Çünkü türü sevginin, Eğer türü sevgiye tercih edileceğini anlatıyor. Eğer türü sevgi, bir beklenti koşuluna bağlı olduğundan büyük ve ağır bir yük haline gelebilir. Oysa zaten sahip olduğumuz bir nitelik yüzünden sevilmemiz, hoş bir şeydir, egomuzu okşar. Bu tür, olduğumuz gibi sevilmektir. İnsanlar oldukları gibi sevilmeyi tercih ederler. Bu tür sevgi onlara yük getirmediği için rahatlatıcıdır. Ama derin düşünürseniz, bu türün, "Eğer" türünden temelde pek farklı olmadığını görürsünüz. İnsanlar hep daha çok insan tarafından sevilmek isterler. Sevilecek niteliklere onlardan biraz daha fazla sahip biri ortaya çıktığı zaman, sevenlerinin, artik ötekini sevmeye başlayacağından korkarlar. Böylece yasama sonsuz sevgi kazanma gayretkeşliği ve rekabet girer. Ailenin en küçük kızı yeni doğan bebeğe içerler. Sınıfın en güzel kızı, yeni gelen kıza içerler. BMW'si ile hava atan delikanlı, Ferrari ile gelene içerler. Evli kadın kocasının genç ve güzel sekreterine içerler. "O zaman bu tür sevgide güven duygusu bulunabilir mi?" diye soruyor, Toyotome.. "Çünkü türü sevgi de, gerçek ve sağlam sevgi olamaz" diyor. Bu tür sevginin güven duygusu vermeyişinin iki ayrı nedeni daha var. Birincisi.. "Acaba bizi seven kişinin düşündüğü kişi miyiz?" korkusu. Tüm insanların iki yani vardır. Biri dışa gösterdikleri. Öteki yalnızca kendilerinin bildiği. "İnsanlar sandıkları kişi olmadığımızı anlar ve bizi terk ederlerse" korkusu buradan doğar. İkincisi de. "Ya günün birinde değişirsem ve insanlar beni sevmez olurlarsa" endişesidir. Japon yazar "Toplumlardaki sevgilerin çoğu 'Çünkü' türündendir ve bu tur sevgi, kalıcılığı konusunda insani hep kuşkuya düşürür" diyor. Peki o zaman, gerçek sevgi, güvenilecek sevgi ne?.."

Ve iste sevgilerin en gerçeği!.

"Üçüncü tür sevgi benim "Rağmen" diye adlandırdığım türdür" diyor yazar. Bir koşula bağlı olmadığı için ve karşılığında bir şey beklenmediği için "Eğer" türü sevgiden farklı bu. Sevilen kişinin çekici bir niteliğine dayanıp, böyle bir şeyin varlığını esas olarak almadığı için "Çünkü" türü sevgi de değil. Bu üçüncü tür sevgide, insan "Bir şey olduğu için" değil, "Bir şey olmasına rağmen" sevilir. Esmeralda, Qusimodo'yu dünyanın en çirkin, en korkunç kamburu olmasına "rağmen" sever. Asil, yakışıklı, zengin delikanlı da Esmeralda'ya çingene olmasına "rağmen" tapar!. "Kişi dünyanın en çirkin, en zavallı, en sefil insani olabilir. Bunlara 'rağmen' sevilebilir. Tabii bu sevgiyle karsılaşması şartı ile.." Burada insanin, iyi, çekici ya da zengin konum edinerek sevgiyi kazanması gerekmiyor. Kusurlarına, cahilliğine, kötü huylarına ya da kötü geçmişine "rağmen" olduğu gibi, o haliyle sevilebiliyor. Bütünüyle çok değersiz biri gibi görünebiliyor ama en değerli gibi sevilebiliyor. Japon yazar "Yüreklerin en çok susadığı sevgi budur" diyor. "Farkında olsanız da, olmasanız da, bu tür sevgi sizin için yiyecek, içecek, giysi,ev, aile, zenginlik, basari ya da ünden daha önemlidir." Bunun böyle olduğundan nasıl emin?. Hakli olduğunu kanıtlamak için sizi bir teste davet ediyor.. "Su soruma cevap verin" diyor. "Kalbinizin derinliklerinde, dünyada kimsenin size aldırmadığını ve hiç kimsenin sizi sevmediğini düşünseydiniz, yiyecek, elbise, ev, aile, zenginlik, basari ve üne olan ilginizi yitirmez miydiniz?.."Diyelim sıradan bir yaşamınız var.. Günlük yasıyorsunuz. Günün birinde gerçek, derin ve doyurucu bir sevgi bulacağınızdan umudunuz olmasa, kalan hayatinizi nasıl yasardınız?." Diye soruyor ve yanıtlıyor: "Böyleleri ya iyice umutsuzluğa kapılıp intihar diyorlar ya da iyice dağıtıp yasayan ölü haline geliyorlar." Toyotome, hem de nasıl iddialı savunuyor "Rağmen" sevgiyi. "Bugün yaşamınızı sürdürebilmenizin nedeni 'Rağmen' türü sevgiyi su anda yasamanız ya da bir gün bu sevgiyi bulacağınıza inancınızdır." Son sözlerinde biraz umutsuz, Toyotome. "Bugün yasadığımız toplumda herkesi doyuracak bu sevgiyi bulmak zor. Çünkü herkesin sevgiye ihtiyacı var. Kimsede başkasına verecek fazlası yok" diye açıklıyor. Anlatıyor. "Yakınımızda olan birinin bu sevgiyi bize vermesini bekleriz. Ama o da aynı şeyi başkasından beklemektedir." Peki bu dünyada sevgi ne kadar var?. Yazara göre, açlığımızı biraz bastıracak kadar.. Ve de yemek öncesi tadımlık gelen iştah açıcılar gibi. Bu minnacık tadım, bizi daha müthiş bir sevgi açlığına tahrik ve teşvik ediyor. Bu minnacık tadım sevgiye ne kadar muhtaç olduğumuzu anlatıyor. Büyük bir hırsla ana yemeğin gelmesini ve bizi doyurmasını bekliyoruz.. Hani nerede?.. Ve asil çarpıcı cümle en sonda. "Dünyadaki en büyük kıtlık, 'rağmen' türü sevginin yeterince olmayışıdır!.."

Bizim FENERBAHÇE sevgimiz Rağmen türü sevgidir ve HEP DESTEK TAM DESTEK sloganımız bunu çok iyi özetlemektedir. Biz bu takımı başarılı olduğu günlerde sevdiğimiz kadar başarısız olduğu günlerde de sevdik. Biz bu renklere aşığız.

Rahmetli büyüğümüz İslam Çupi;
FENERBAHÇE BÜYÜKLÜĞÜ'nü Türkiye’de, Fenerbahçe Cumhuriyeti sağlıklı, başarılı ve ilkse bu ülkede her şey mutlu ve huzurludur. Esnafın yüzü güler, parakendeci ve toptancıların tezgahında mal kalmaz. Tiyatrolar, sinemalar, sazlar, barlar meyhaneler fuldur. Fenerbahçe Cumhuriyeti ortalıkta yoksa, Türkiye yoktur, futbol yoktur, bolluk yoktur, insanlar yoktur, canlılar güç nefes alır ve bu ülke kısa süre sonra yaşayan yer olmaktan çıkıp, mezarlık olur. Fenerbahçe büyüklüğü ne şampiyonluk büyüklüğü, ne kupa büyüklüğüdür.Onun büyüklüğü başka bir büyüklüktür işte, adı konamaz...şeklinde özetlemiştir.