17 Ekim 2010 Pazar

SİGARADAN NASIL NEFRET ETTİM

O yıllarda, ülkemiz nüfusu 50 milyon civarında idi, trafik çok kalabalık değildi, duble yol sadece büyük şehirlere yaklaşırken bulunurdu ve zamanla bir yarış içinde değildik.
Televizyon tek kanallı idi ve İstiklal Marşımız ile saat 20:00 de açılır, yine İstiklal Marşımız ile saat 00:00 da kapanırdı. Bırakın dokunmatik ekranlı, 3G özellikli cep telefonlarını veya interneti, her evde sabit telefon dahi bulunmazdı. Şimdi ki araçlarda standart olan klima gibi, navigasyon gibi, follow me gibi, xenon farlar gibi, abs vb gibi teknolojik özellikleri bırakın, aracın yürümesi ve birazda hız yapabilmesi mümkünse 4. vitese sahip olması çok önemli hususlardı. Havalandırma ise tepeden açılan pencereler veya kelebek camlar ile yapılırdı.
Yollarımız ise oldukça dar, topoğrafyanın disipline edilmediği, oldukça virajlı ve yokuşlu, tırmanma şeritleri olmayan, asfalt kalitesi çok düşük, yer yer çukurlar bulunan bir vaziyette idi. İşte bu yollarda tonaj sınırlamasının olmadığı, motorlarının güçlü olmadığı buna rağmen kapasitesinin 2 katı yükle sarıldığı ve yollarda özelliklede yokuşlarda saatte 30 km hızla gidebilen kamyonlar ile dolu idi. Bu yıllarda toplu taşıma araçları ile uzun mesafeli seyahatler ise tam bir eziyetti. Hem zaman olarak, hem konfor olarak, hem de sağlık olarak şartlar inanılmaz derecede kötü idi. Deutz, Man ve Mercedes marka otobüsler vardı ve çok kötü idiler, hele Mercedesin 0302 modeli pek bulunmazdı, hatta belki üretilmemişti bile.

İşte bu kötü şartların içinde hayatımın geleceğine nüfuz edecek çok öneml bir husus vardı ki, o dönemler nasıl yaşanmış hala inanamam. Yukarıda özetlediğim bu fiziksel şartlar içinde toplu taşıma araçlarında sigara içmek serbestti. Ve inanılmaz derecede de çok sigara içen kişi olurdu. Ve beni her seferinde araç tutardı, sigaradan nefret ederdim. Otobüse ilk durakta binmiş olsam dahi o sigara kokusu her tarafa sinmiş olurdu. Hele o koltuk başlarında bulunan kılıfların sapsarı olan lastikleri ile küllüklerden gelen o pis kokular başımı döndürürdü. İşte bu şartlar içinde yapmış olduğum seyahatler benim için resmen bir eziyetti. Seyahat zamanları yaklaştığında bende bir karamsarlık oluşurdu. Otobüs ve mola yerleri benim için inanılmaz derecede önem taşırdı. Ama bu kadar kötü şartların bulunduğu bu dönemlerin bende bıraktığı en önemli iz SİGARADAN NEFRET etmemdir.

Ne zaman araç kalitesi artmaya başladı, ne zaman insanlar birbirlerine saygı duymaya başladı, işte o zamanlarda biraz nefes almaya başladık.

31 Ağustos 2010 Salı

Aykut'u Kocaman Anlamak

15 yıllık futbolculuk hayatında 3 kez gol kralı oldu, lig tarihinde 200 gol barajını aşan 5 futbolcudan birisi oldu, yine lig tarihinde 212 maçta 140 golle en fazla gol atan Fenerbahçeli futbolcu oldu.

Fenerbahçe'nin Trabzonspor deplasmanında attığı golle, yıllar sonra şampiyon olmasını sağladı, kulüp tarihine adını altın harflerle yazdırdı, "Trabzonsporlu arkadaşlarım için üzülüyorum, hiçbir şey çok fazla abartılmamalı" dediği için kulüp başkanın tepkisini çekti ve şampiyonluğa sevinmedi gerekçesi ile gönderildi.

Gerek futbolculuğu döneminde gerekse de teknik direktörlüğü döneminde hiçbir zaman, medyanın duymak istediği, medyanın görmek istediği, kavgacı, çirkef, ona buna sataşan, biraz kabadayı, biraz ukala, biraz bencil bir tavır sergilemedi. Tribünlere oynamadı, ona buna yalakalık yapmadı, doğru ne ise onu söyledi. Bu yüzden medya tarafından sevilemedi, başarıları gösterilmedi, ön plana çıkarılmadı ve kendisine hep mesafeli duruldu.

Futbol oynadığı dönemlerde de, teknik direktörlük yaptığı dönemlerde de, ne takım arkadaşları için, ne kendi teknik heyeti için, ne kulüp yönetmi için, ne rakip takım için, ne rakip takım teknik heyeti ve yöneticileri için, ne de hakem camiası için olumsuz ifadelerde bulunmadı. Olayların işin içinden çıkılmaz bir hale geldiğini gördüğünde de hiç tereddütsüz bırakmasını bildi.

Hep futbolun güzelliğinden, seyir zevkinden, dürüstlükten ve emeğe saygıdan taraf oldu. Efendiliği ve futbol zekası, sadece hal ve hareketlerinde değil, kelimelerinde de vücut buldu. Taraflı tarafsız herkesin saygısını kazandı.

Başarısızlığı, her zaman kendi üzerine aldı, başarıyı ise hep ekip çalışmasına bağladı. Çalışanın her zaman yanında oldu, Türk futboluna genç yetenekler kazandırdı ve kazandırmaya da devam ediyor.

Fenerbahçe'nin başına Türkiye de bir ilk olan Sportif Direktör kavramı ile geldi, hiç kimse ile problem yaşamadı, sadece doğruları ve yine sadece gerektiği yerlerde söylemeye devam etti. Başkalarının başarısızlıklarından nemalanmadı, bilakis kriz anında devreye girerek sorumluluğu üzerine aldı veya paylaştı. Çok sevdiği camiasının üzülmesini hiç istemedi, takımın içinde bulunduğu çok zorlu bir süreçte, eli kanlı, birçok akbabanın kendisini beklediğini bile bile, cesaretinden ve kendine güveninden emin olarak en risklin görevin sorumluluğunu büyük bir heyecan ile aldı.

Günlük başarı ve başarısızlıklardan daha ziyade, önce sistem oturtması gerektiğini ve bunu uygulayacağını söyledi. Transferde yıldız ve flaş isimlerden ziyade, sürekliliği olan, ihtiyaca cevap verecek, takım oyununa yatkın, kişisel becerileri yüksek, hırslı futbolcular aldı. Şimdi bunların adaptasyon dönemini yaşıyoruz, biraz sabretmemiz lazım dedi. Takım içinde ne gördü ise, ne biliyor ise, onu tüm çıplaklığı ile, yalansız dolansız paylaştı.

Hiçbir zaman tribünlere oynamayan, hep bizim duymak istediklerimizi değil de doğruları söyleyen bu karakterli KOCAMAN adama, televole ve maraton kültürü ile yoğurulmuş biz seyirciler alışmakta ve onu anlamakta zorlanıyoruz.

Zaman, hepimizin şapkayı önüne koyma zamanıdır.
Zaman, hepimizin sabırlı olması gereken zamandır.
Zaman, Fenerbahçemizi, başarısında sevdiğimizden daha fazla, başarsızlığında sahip çıkma zamanıdır.
Zaman, hepimizin HEP DESTEK TAM DESTEK sloganını yerine getirme zamanıdır.

29 Ağustos 2010 Pazar

Başarısızlık Bir Son Değildir

Toplumu oluşturan bizlerin ortak özelliği genel olarak başladığımız bir işte başarısızlık anında kolay pes edip, o konudan vazgeçmektir. Aslında bu bizim temel hastalığımızdır. Bu hastalıktan da bir an evvel kurtulmamız gerekmektedir. Halbuki herbirimiz bu özellikten arınmış bir halde bu dünyaya geliyoruz ve şartlar, yaşananlar bizleri bu düşünceye itiyor.

Yürümeye yeni başlayan bir bebeği hepimiz gözlemlemişizdir. Bebek ayağa kalkmaya çalışır, düşer, sonra tekrar dener, yine düşer. Tekrar dener ve bir müddet ayakta kalır, ama tekrar düşer. Bu sürekli tekrarlanır ve pes etmeden dengesini sağlayıp ilk adımı atmayı başarır, ama yine düşer. Ama bebek pes etmeden denemelerine devam eder ve bir zaman sonra yürümeye başlar. Bebek bir çok başarısızlık halinde bile karamsarlığa kapılmamış, yürümek için çalışmaya devam etmiştir.

Futbol takımımızın yeniden bir yapılanma içinde olduğunu hepimiz çok net görüyoruz. Bu yeniden yapılanma sancılı ve meşakkatli bir süreçtir. İşte bu süreçte de bizleri memnun etmeyen hatta ara ara da karamsarlığa düşüren dönemler olabilir. Ama biz zorluklar karşısında hemen demoralize olmamalı, hemen pes etmemeli ve bu sancılı süreçte teknik heyete destek olmalıyız. Bizim başarısızlığımızdan nemalanacak o kadar çok insan var ki, onların söylemlerine ve onların icraatlarına kapılıp resmin bütününü görmekten kendimizi alıkoymamayalıyız.

Bir düşünür "başarı bir yolculuktur" diyor, eğer başarı bir yolculuk ise başarısızlıkta bu yolculuğun başlangıcıdır. İşte tamda bulunduğumuz nokta budur, yani başarılı bir yolculuğun başlangıcındayız. Aslında şu kısa dönemde aldığımız skorlar ve avrupa liglerinden elenmemiz ne kadar büyük bir başarısızlık ise aynı şekilde oynanan futbol ve geleceğe dönük teknik kadronun vermiş olduğu mesajlarda başarı dolu bir yolculuğa başladığımızın işaretleridir.

Hep en güzel eserleri bir usta veriyormuş, eserleri çok mükemmel ve kusursuza yakınmış. Ustaya bu başarısının sırrını sormuşlar.
Usta, doğru kararlar demiş.
İyi de ustam bu doğru kararlar nasıl alınıyor? diye sormuşlar.
Usta, tek kelime demiş. Tecrübe.
Tamam da ustam bu tecrübe dediğin şeye nasıl sahip olacağız diye sormuşlar.
Usta, yanlış kararlar ve hatalar demiş.

Yani mükemmele ulaşmak için bile katedilmesi gereken yolda bir sürü hata ve başarısızlık söz konusudur. Edison ampulü bulana kadar binlerce başarısız deney yapmıştı ve hiçbirinde karamsarlığa kapılmamıştı. Ve bu başarısız deneylerden sonra söylediği "ampulün bulunamadığı bir yol daha keşfettim" sözü akıl dolu, oldukça manidar bir söylemdir.

Bizim Aykut Kocamandan ilk etapta beklentimiz ne Edisonun ki kadar iddialı, ne de ustanın ki kadar mükemmel bir eser ortaya çıkarması. Bizim beklentimiz, senelerden beri devam eden, tek farklı galibiyetlere ve lokal başarılara odaklı bir takım olma hüviyetinden çıkıp, uluslararası arenada ses getiren, herkesin adını ezbere bildiği, yıldız futbolcuların gelmek için çabaladığı, göze hoş gelen futbol oynayan, mücadeleci bir takım oluşturmasıdır. Aykut hoca da bu vizyon ve alt yapı vardır.

İşte bu bilinçle güzel ve güneşli günlerin camiamız için yakın olduğunu rahatlıkla söylüyorum.

Hep destek tam destek.

Öyle Bir Zaman ki

Gün, birlik olma günüdür.
Gün, olayları iyi yorumlamak günüdür.
Gün, "Hep Destek, Tam Destek" sloganımızın gereğini yerine getirme günüdür.
Gün, Fenerbahçemizi karıştırmak isteyen, Fenerbahçemizin başarısızlığından nemalanmaya çalışan akbabalara karşı dik ve sağlam durma günüdür.
Gün, başarısında sevdiğimizden daha fazla başarısızlığında da takımımıza sahip çıkma günüdür.

Fenerbahçe'miz de Aziz Yıldırım başkanlığa geldiği günden bu yana futbol takımında gerçekleştirdiği en büyük devrimin başlangıcına şahitlik ediyoruz. Futbol takımı, tam olarak bir bilene, yani Aykut Kocaman'a emanet edildi. Yönetim kendisine tam yetki verdi. Tüm bunların sonrasında farkında olmamız geren husus, Aykut Kocaman'ın kendisine yüklenen bu sorumluluğun üstesinden gelecek gerek altyapı, gerek bilgi birikimi, gerekse de lider kişiliğe sahip olduğudur. İhtiyacımız olan tek şey ise camiamızın kendisine zaman tanıması ve sabır göstermesidir.

Şampiyonlar liginden talihsiz bir şekilde elenmemiz, Avrupa macerasında Paok ile yapacağımız rövanş maçımıza kritik bir skor ile giriyor olmamız ve ligde Trabzonspor karşısında alınan mağlubiyet moral olarak bizleri olumsuz etkilese de, oynanan bu karşılaşmalarda ortaya konulan futbol, mücadele ve hırs bizleri gelecekle ilgili olarak ümitlendirmektedir. Bizler bardağın dolu tarafını görüp, futbolcu ve teknik heyetimize pozitif enerjilerimizi aktarır isek, başarı kendiliğinden gelecektir.

Ama malesef, Fenerbahçe mizden nemalanmaya çalışan, bizden biri gözüken, medyada gündem oluşturan şahısların yanlı ve bilinçli yıpratma politikları hız kazandı. Bu takım şahıslar üzerindedir, herkes bunu anlamalı ve bu bilinçle davranmalıdır.

Öyle bir zaman ki, içimizde olup, bizden gözüküp ama sabırsızlıkla başarısızlığımızı bekleyen akbabalara karşı uyanık olup, birlik olmamız gereken bir zamandayız.

27 Ağustos 2010 Cuma

KILAVUZ İSTEMEYEN GÖRÜNEN KÖY

Hedefleriniz ve hayalleriniz ne kadar büyük ise, size ne kadar heyecan veriyor ise, gerçekleştirebileceğinize ne kadar inanıyorsunuz, ses getirecek başarıya ulaşmanız o ölçüde kolay olur. Olay bu düşünce yapısına girebilmekte, bunu damarlarında akan kan gibi hayatın anlamı haline getirmekte ve ruhunun derinliklerinde fırtınalar oluşturmakta yatar.
İşte lider kişiler, lider kurumlar ve lider devletler de bu özellikleri fazlası ile görürüz. Ulu önderimiz M.K.Atatürk'ün en sevdiğim vecizelerinden biri olan "Ben hayatımda karamsarlık nedir hiç bilmedim" sözü bu psikolojinin alt yapısını çok net oluşturmaktadır.

Camia olarak çok zorlu bir süreçten geçtiğimiz, bütün akbabaların avuçlarını ovuşturarak beklediği başarısızlığı bulduğu bu dönemde, dik durabilen, hedeflerine her türlü zorluğa rağmen yürüyebilen, zorluklara göğüs gerebilen ve bu zorluklar karşısında pes etmeyen FENERBAHÇE'miz ve teknik heyeti başarılı olarak çıkacaktır.

Peki, problem nerede idi? Eksik olan ne idi? Bu kadar değerli bir kadro kurulmasına rağmen, beklenen başarı bir türlü neden sağlanamıyordu? Bu soruların cevapları kadar, çözüm yolları da aynı derecede önemlidir. Dolayısıyla önce doğru cevapları vermek, akabinde de bu cevapları uygulayabilmek önemlidir.

Aykut Kocaman, FENERBAHÇE'miz için bir devrimdir. Aykut Kocaman'ın uygulayacağı sistemde FENERBAHÇE'mizin oyun mantalitesinde, transfer politikasında ve geleceğe hazırlanma hususlarında ki devrimidir. İşte cevaplar bu iki devrimin içinde yatmaktadır ve devamında da çözüm yolları.

Hedefler ve hayaller kelimeleri ile başlayan cümlemde anlatmak istediğim başarıya, futbolunun son demlerini yaşayan, hırsını ve heyecanını yitirmiş, maddi olarak doyuma ulaşmış ve kendisini takımın üstünde gören futbolcular ile ulaşmak imkansızdır. İşte heyecanını ve mücadele yetisini yitirmiş, bir nevi iş körlüğü oluşmuş bu kişiler ile artık yolların ayrılması gerekmektedir. Veya bu kişilerin yavaş yavaş ıskartaya ayrılması gerekmektedir. Bu tip futbolcularımızın başında Alex ve Selçuk Şahin gelmektedir.

Futbolun çok hızlı oynandığı, şahıslardan çok topun koşturulduğu, mücadele ve tekniğin aynı anda en üst düzeyde sergilendiği bir ortamda bir yönü eksik olan futbolcular takımlara lüks kaçmaya başlamıştır. Alex te teknik var mücadele yok, Selçukta mücadele var teknik ve futbol zekası yok. Haliyle ikisi de artık bizdeki misyonlarını doldurmuşlardır.

Yine aynı şekilde FENERBAHÇE forması yakışmayan bal yapmayan arı futbolcularımız ile de fazlaca zaman kaybedilmemelidir. Cristian Baroni, tam manası ile bal yapmayan bir arı'dır. Oyuna olumlu tesiri hemen hemen hiç yoktur. Mücadelelerde kolay pes eden yapısı ile takım savunmasında zaafiyetlere yol açmakla kalmayıp, oyuna topu sokma beceriside yeterli düzeyde değildir.

Bilica ise başlı başına bir vakadır. Bence FENERBAHÇE forması bu futbolcuya da yakışmamaktadır. Bizim futbolcumuz galibiyetimize gölge düşürecek davranışlar içinde bulunmamalıdır. Geçen sene eziklerin kullandığı penaltıdan önce penaltı noktasını kazıması hiç yakışık kalmadığı gibi, bu seneki Trabzon maçında kullanacağımız frikik atışı öncesi rakip kalenin içinde ki anlamsız duruşuda kafalarda soru işareti oluşturmuştur.

İşte bu futbolcularımız ile kendilerine teşekkür edilip helalleşilirken, Gökhan Gönül ile de en az 5 senelik anlaşma yenilenerek, takım futbolcularına ciddi mesajlar verilmelidir.

Ağustos ayında avrupa kupalarında olmayan ve tek hedefi 2011-2012 sezonu şampiyonlar ligine doğrudan katılmak olan FENERBAHÇE'miz ve teknik heyeti şapkayı önüne koyacak ve gereğini yapacaktır. Onlara gereken tek şey bizim göstereceğimiz sabır ve kendilerine tanıyacağımız zamandır.

Bu büyük camia ve bu büyük taraftar kendisine yakışanı yapacaktır, sorumlularda kılavuz istemeyen görünen köy için gereğini yapsın, tüm beklentimiz budur.

24 Ağustos 2010 Salı

DEĞİŞİMİN AYAK İZLERİ

Değişimin ayak izlerini herkes dün gece Trabzonspora deplasmanda 3-2 yenildiğimiz maçta gayet net bir şekilde gördü.



Şu anda Fenerbahçe olarak içinde bulunduğumuz durum "yeniden doğuşun" sancılı sürecidir. Bu süreçte bunun gibi bizlere acı veren sonuçlar alıp, daha vahim durumlar ile de karşılaşabiliriz. Ancak bizlere düşen takımımıza ve teknik heyetimize sonuna kadar destek olmaktır.



Alışkanlıkları terk etmek kolay değildir. Hele ki bu alışkanlıklar kemikleşmiş ise daha da zordur. Aykut Kocaman işte bu alışkınlıkları değiştirmek gibi çok zor bir sürece adım atan bir kahramandır. Dikkat ediyorum, her hareketi ve her icraatı bilinçli, olayları yorumlaması ve analizi çok net, en önemlisi de oldukça soğukkanlı. Yani profesyonel bir kriz yöneticisinde olması gereken her vasıf fazlası ile var.



Peki neydi bu alışkanlıklar:

-Bir kere bu takım Alexsiz olmaz söylemi var ki, artık beyinlerimize kazındı bu ifade. Aykut Kocaman şahıslara bağlı bir takım değil, şahısların bağlı olduğu bir takım oluşturcağının sinyalini, lig başlamadan verdi ve yaşadığımız bu süreçte de vermeye devam ediyor. Yani hiçbir futbolcu vazgeçilmez değil ve herkes eşit, kadroda bulunan 24 kişi içinde formayı çalışan hak ediyor.

-Her teknik direktör döneminde bir şekilde takıma giren ve Fenerbahçemizden emekli olmayı düşünen sabit futbolcularımız ile yolların ayrılmış olması, bir alışkanlığın terkedildiğinin çok net bir göstergesidir. Örneğin Deniz Barış, Önder Turacı, Deivid De Souza

-Yönetimin yerli teknik adama tolerans düzeyinin artmış olması da bir alışkanlığın terkedildiğini göstermektedir. Normalde şampiyonlar liginden elenen, uefa avrupa ligi ristkte olan ve ligin ikinci haftasında mağlubiyetle tanışan Fenerbahçe de çok çalkantılı bir dönem geçiriliyor olması gerekirdi ki, böyle bir durumun olmaması bu alışkanlığın da artık terk edildiğini gösteriyor.

-Yapılan yeni transferlerde takıma faydasından ziyade getireceği ses dikkate alınarak flaş transfer yapılması alışkanlığından vazgeçilip, en az bir yıldır takip edilen, mücadele yeteneği üst düzeyde, sahaya ruhunu koyan futbolcular olmasına dikkat ediliyor olması da çok radikal bir değişimdir.

-Hedeflerin sadece Türkiye Spor Toto SüperLig Şampiyonluğu ile sınırlandırılmayıp, küçük düşünülmemesi, öncelikli hedefin mücadeleci, kazanmayı arzuluyan, 1-0 ile yetinmeyen, göze hoş gelen futbol oynayan bir takım olmak olarak belirlenerek, bu takım ile birçok başarılara imza atılacak olması da başlı başına bir devrimdir.



Başarılara aç taraftar kitlemizin alınan bu radikal kararlar sonrasında ki yeni Fenerbahçemizin başarıları ile coşacağına hiç kuşkum olmadığı gibi 3 sene içinde de avrupanın en büyük kupasının müzemize gireceğine inancım tamdır.



HEP DESTEK TAM DESTEK

11 Temmuz 2010 Pazar

Sorun Yumağımız Gevşek mi? Sıkı mı?

Hem özel hayatımızda hemde iş hayatımızda birçok sorunla karşı karşıyayız. Peki bu sorunlar karşısındaki tepkimiz ve sorunları çözerken uyguladığımız taktiklerimiz nasıl? Sorunları iyi analiz edebiliyor muyuz? Sorunların çözümünde kullandığımız argümanlarımız doğru seçilmiş mi? Sorunları çözerken en kısa ve doğru yolu kullanabiliyor muyuz? gibi bir çok soru ve cevabımızın olması lazım.

Ben burada çözüm ve çözüm yollarından daha ziyade sorunun kendisi ve sorunun tespitinin nasıl yapılması gerektiğini analiz etmeye çalışacağım.

Öncelikle sorunun yoğunluğunu iyi analiz etmeliyiz. Nedir sorun yoğunluğu?

Şimdi konuyu bir fabrika yatırımı ile ilişkilendirip, örneklemeye çalışalım. Üretim için ciddi bir yatırım yapılmış, üretim kapasitesi oldukça iyi ve fabrikanın üretime ara vermeden çalışması gerekli ki yapılan yatırım kendisini beklenen sürede amorti edebilsin ve akabinde de para kazanmaya başlasın. Üretime ara vermeden çalışmak ise ancak bu üretilen ürünlerin satılması ile gerçekleşecektir. Dolayısıyla yapılan bunca yatırımı satışın performansı belirleyecektir.

Satış ekibinin performansı komple bir sistemin kaderini belirliyor ise hassasiyetle üzerinde durulması gereken bölümde haliyle burası oluyor. Şimdi tıkanmış ve yürümeyen bir sistemin var olduğunu düşünerek sorunları tespit etmeye çalışırken, satış da dahil olmak üzere her departmandan kendince haklı sıkıntılar ve problemler dile getirilecektir. Ve bu sıkıntılarını yetkili merciye en iyi ifade eden, kendisini en iyi satan, en iyi iş yapıyormuş gibi gözüken doğal olarak problemi çözmek isteyen sistemden en fazla yararlanan olacaktır.

Günümüz şirketlerinin en önemli hastalığı tribünlere oyanayan ve ağzı iyi laf yapan, ama bal yapmayan arı tipi yöneticiler ile dolmuş olmasıdır. Bu tip yöneticiler, kişisel yetkinliklerinin farkında olmadan, üstesinden gelip gelemeyeceğine bakmaksızın her türlü göreve ilk atılan, cahil cesaretli kişilerdir. Bu tür durumlarda marka gücünün olduğu şirketlerde işler yürürken, pazarda ikinci veya daha alt sıralarda bulunan şirketlerde ise sürekli bir kaos, sürekli bir reorganizasyon ve sürekli bir personel sirkülasyonu yaşanmaktadır. İşte bu şirketlerde sorun yumağı gittikçe sıkılaşmakta ve çözümü de bir o kadar zor olup, zaman almaktadır.

İşte bu noktada iyi bir yöneticinin analiz yeteneğini ve önceliklerini dikkate alıp, yol haritasını belirlemesi gerekmektedir. Burada yöneticinin idare kabiliyeti sorunun yoğunluğu ve gelişme sürecini belirleyeceği gibi, anında tedavisine de başlabilmesini sağlayacaktır.

Hem ülke olarak, hem çalıştığımız şirketler olarak, hem spor kulüplerimiz olarak mevcut durumu okuyabilen, iyi yöneticiler ile idare edilmemiz geleceğe damga vuran lider ülke olabilmemizin en önemli kriteri olacaktır.

8 Mart 2010 Pazartesi

KARİYER YORGUNU MU? YOKSA KARİYERİ YORGUN MU?

Günümüzde iş hayatı bizleri öylesine bir çarkın içine sokuyor ki özel hayat olgusu ister istemez gözardı edilir duruma geliyor. Rekabetin çok yoğun olduğu ve bu rekabet içinde ezilip kaybolmamak adına yaptığımız mücadeleler bir takım tavizler vermemize neden oluyor. İşte bu tür durumları hicveden yazılı basında yayınlar ve internet ortamında ki paylaşımlar çok güzel ve esprili şekillerde işleniyor.

Doğru zamanda, doğru yerde, doğru kişi veya kişiler ile, doğru işi yapabilmek çok önemli. Bunu başardığımız anda kimse bizi tutamaz, zaten iş hayatındaki başarı hikayelerinin bir çoğunun altında yukarıda ifade ettiğim basit denklem yatıyor.

Hata yapma ve başarısız olma lüksümüz yok mu peki?
Kesinlikle var. Ama önemli olan aynı hatayı tekrar yapmamak ve yapılan hatadan ders almak. Tabi birde yerine koyamayacağımız geçen zaman var.

Hani ustaya başarısının sırrını sormuşlar, o da tecrübe demiş.
Peki ustam bu tecrübe dediğin ne menem bir şeydir ve buna nasıl sahip olacağız? Tecrübe nasıl kazanılır diye sormuşlar.
Usta da tecrübe yaptığın hataları tekrar etmemek ile kazanılır demiş. Yani usta olmak hiçte kolay değildir, uzun mesailer, uğraşılar sonucunda kazanılır.
Benzer hikaye malumunuz olduğu üzere, Edisonun elektrik ampülünü bulmasında da yaşanmış, başarısızlıkla sonuçlanan her deneyden sonra Edison, üzerinde düşünmeyeceğimiz ve gitmeyeceğimiz bir yolu daha eledik demiştir.

Peki zaman içinde kazandığımız tecrübe iş hayatımızda bize kariyer mi kazandırıyor? Bu durum bence çok ciddi analiz edilmesi gereken bir husus. Özellikle ekip çalışmasının çok önem kazandığı, bireylerin yetkinliklerinin çokta ön plana çıkmadığı ve adamcılığın maksimum düzeyde olduğu günümüz iş hayatında birçok çalışan kariyer yapacağım derdi ile yorgun düşüp, umutsuzluk ve moral bozukluğu içinde gün geçirir duruma gelmektedir. Verimlilik ve başarı düzeyi düşmekte, konulan hedeflere yaklaşılamamaktadır.

Tabi birde bu mücadele içinde gerçekten kişisel özellikleri ile faklılıkları olanlar vardır ki, bu tür kişiler kısa zamanda, terfi alamama, iş değişikliği yapamama veya kendini gösterememek gibi sebepler yüzünden kariyeri yorgun yöneticiler haline gelebilmektedir.

Bu tespitlerden sonra olması gereken nedir veya iş hayatında bu tür durumları gördüğümüzde yapmamız gereken nedir peki?

Bence kariyer yorgunu kişiler ile kariyeri yorgun kişilerin aynı ortamda çalıştırılırken harmanlaması iyi yapılmalı, özlük hakları, statüleri iyi belirlenmeli, işe ruhunu koyan kişi ile etiket sahibi kişinin performans ölçümlemelerinin bu gerçekler gözardı edilmeden yapılması gereklidir.

5 Mart 2010 Cuma

GÜLME KRİZİ

Yıl 1999 ve ve ben Pepsi Cola da Balıkesir bölgesinde çalışıyorum. 

O dönemde Balıkesir bölgesindeki bütün askeri birlik meşrubat ihalelerini aldık ve çokta iyi satışlar elde ediyoruz. Maksimum verim elde edebilme ve satışlarımızı beklentilerimizin de üzerine çıkarabilme adına bu birliklerden iki tanesine vending (bozuk para ile çalışan meşrubat) makinası koyduk. O dönemde bu makinalar çok değerli ve konuşlandıralacağı yerler tüm Türkiyede özenle seçilirdi. İşte bu sebeple de şirketin gözü bu makinaların çalışmasında ve verimliliğinde idi. 

Böylesine bir takibin olduğu o dönemde zaman içinde, meraklı tüketicilerimiz sayesinde makinaların ikiside arıza yaptı. Şirketten teknik destek istedim ve teknik servis geldi, arızayı giderdi. Ama haftası olmadan makinalardan birisi arızalandı ve çok geçmeden ikincisi de malesef arıza yaptı. Tekrar teknik servisi davet ettim ki, Balıkesiri programa dahil edip gelmeleri bile o dönemde oldukça lüks idi. Kısa süre içinde ikinci sefer geldiler ve arızaları giderip gittiler. Fakat tekrar arıza yaparlarsa makinaların beyinlerini değiştirmemiz gerekecek dediler. Ve öyle oldu, çokta uzun zaman geçmemişti ki beyinler değişti. 

 Ancak enflasyonun oldukça yüksek seyrettiği, piyasada çok çeşitli bozuk paraların olduğu ve makinalarında çok sık güncellemesinin yapıldığı o dönemde, tüketicilerimizde makinalardan farklı yöntemler ile ürün alabilme şansını denedikleri için bir türlü makinaları verimli çalıştıramaz hale gelmiştik. Ve en sonunda makinaların bulundukları yerlerden sökülüp fabrikaya taşınması kararı alındı. Balıkesire en yakın fabrika Bursa da olduğu içinde, makinalar oraya çekilecekti. 
Konu ile ilgili olarak fabrika'dan arkadaşların makinaları almaya gelmelerini beklemeye başladık. 

Aylardan ekim ve günlerden cumartesi idi, havada hafif yağışılıydı. Fabrikadan Avni bey arayıp, makinaları almaya gelmek üzere, Mustafa ile yola çıktığını ifade ettiğinde saat 10:30 idi. O dönemde depomuzun haricinde birde Balıkesir merkezde ofisimiz vardı ve ben bu ofisi kullanırdım, Avniyi de o ofiste bekliyordum. 
Ofisimiz Özmerkezin orada Umurbey camisinin karşısında idi. Saat 11:45 olmuştu ki Avni tekrar aradı, Balıkesire geldiğini Otel Basrinin oradaki trafik ışıklarında olduğunu ve benim bulunduğum yere nasıl ulaşabileceğini sordu. 
Bende kendisine, bulundukları ışıklardan sonra ki 3. trafik ışıklarından sağa dönmesini, yolun tek yönlü olduğunu, düz gitmesi gerektiğini ve hükümet konağının önünden geçip yaklaşık 150 metre sonra beni göreceğini ifade ettim. 
Ancak 5 dakika oldu Avni yok, 10 dakika oldu Avni yok.
-Dayanamayıp aradım kendisini, Avni neredesin? 
Avniden cevap, ya tarif ettiğin gibi geldim ama seni göremedim. Sen yoktun dedi. 
-Şimdi neredesin peki diye sordum. 
Bilmiyorum dedi. 
 -Baksana oğlum etrafında ne var? Bir tabela falan oku... 
Avni baktı ve müthiş cevabını verdi. Kuvayi Milliye müzesinin önündeyim. 
-Ya Avni bunca yıllık Balıkesirliyim, öyle bir yer yok Balıkesirde daha başka bişey yok mu etrafında? (Tabi ben bilmiyorum o günlerde eski belediye binasının ismi değişmiş ve müze olarak kullanıma açılmış) 
Avni den cevap, burada öyle yazıyor... 
-Tamam Avni tamam, ama sen başka birşey söyle lütfen. 
Avniden cevap, ya burada saat kulesi var... 
-Ehhh be Avni dedim, koca saat kulesi dururken bana ne söylüyorsun. Şimdi sırtını saat kulesine verdiğinde, aşağı sallanan caddeden devam et, o caddenin adı Kızılay caddesi oluyor ve yaklaşık 100 metre önünde bir dört yol var onu geçtikten sonra yaklaşık 50 metre sonra sola dön ve düz devam et, hiç sağa sola sapma, direk benim yanıma geleceksin. Anladın mı? Avni'den cevap, evet anladım, bekle hemen geliyorum... 
 
Aradan 5 dakika geçti, Avni yok ve ben yine aradım. Avni neredesin? 
Trafikte birisine sordu ve Avni den cevap geldi;Zağnospaşa caminin yanındayım... 
-Avni oraya nasıl gittin ya? ben sana düz gel, hiç sağa sola sapma demedim mi? 
Avniden cevap, dedin ama, ben yol ve önümüzdeki araçların çoğu öyle gidiyor diye onları takip ettim ve buraya geldim. 
-Neyse Avni şimdi beni iyi dinle, cami sağında de mi? Avniden cevap;Evet 
-Bak şimdi Avni, sen doğru git önünde yol ikiye ayrılacak sola dön diye tarif ederken, benim konuşmalarımı dinleyen ve ofiste çalışan Remzi yanıma gelip, abi arkadaş yerinde dursun, trafik kalabalık, yağmurda var, ben motosiklet ile onu alıp hemen geleyim dedi. 
Bende tarif etmeyi bırakıp bir arkadaş motosiklet ile seni almaya gelecek onu takip edersin, sende nasıl bir araç var diye sordum. 
Avniden cevap, Ford Otosan P-100 pikap var, kapılarında Tamek yazıyor dedi. 

Bu bilgileri aldıktan sonra bende Remziye, Avniyi ve aracını tarif edip yolladım. 
Remzi gitti ve aradan 5 dakika geçti ama bunlar yok, 10 dakika geçti hala yoklar. 
Dayanamayıp aradım, ama Avniden cevap yok. 
Tekrar tekrar aradım ve en sonunda Avni açtı telefonu ve sordum; 
-Neredesiniz Avni? 10 dakikadır sizi bekliyor ve arıyorum ama cevap bile vermiyorsun? 
Avniden o müthiş cevap, SSK Hastanesi Acildeyiz... 
-Nasıl yani? Ne işiniz var orada? 
Avniden cevap, sen bizi almaya bir adam gönderdin ya... 
-Evettttt İşte o adam bizi buldu, beni takip edin dedi, onu takip ederken, İş Bankasının olduğu yerdeki trafik ışıklarında senin adam bir yaya çarptı... 
-Eyvahhhhh, eeeeeee yaya da bir şey var mı? 
Avniden cevap, Yayada bir şey yok ama senin adam haşat... 
-Nasıl yani? Şu anda adamın acil de yatıyor... 
-Peki motosiklet nerde? 
Avniden cevap, ben Mustafa'yı motosikletin başında bıraktım ve araç ile Remziyi hastaneye getirdim... -Uffff tamam ya Avni inanamıyorum sana yaaa...Ülen 1 saat 10 dakikada Bursadan Balıkesire geldin, yaklaşık bir buçuk saat oldu, Otel Basrinin oradan ofise gelemedin. Halbuki 5 dakikalık mesafe, ne adamsın be diye sitemimi iletip, hemen oraya gitmek üzere yola çıktığımı ifade ettim kendisine. 

SSK Hastanesi acile ulaştığımda, kapıda Avni karşıladı, yuhhh be Avni, ne adamsın dedim. Hemen Remzinin yanın gittim ki, gözlerime inanamadım, sanki Remzi bir yaya çarpmamış, Remziye bir kamyon çarpmış gibiydi. Remzinin her tarafı sargı içinde, kolunda bir serum, yüzü bile zor gözüken bir vaziyette. Remzi beni görünce başladı küfretmeye, çarptığı yayayı kastederek, abi, o adamı biliyorum, yayalara kırmızı ışık yanıyordu, o hatalı geçti, ben hastaneden çıkınca bunun hesabının soracağım ona... Tabi Remzi yi o halde görünce beni aldı bir gülme krizi ve dayanamayıp odadan kaçtım.

27 Şubat 2010 Cumartesi

YÜRÜYEN EŞOFMAN

Hayatımızda cep telefonlarının ve internetin olmadığı, bırakın bunları özel televizyon ve radyo kanallarının olmadığı, hatta TRT 2 nin bile test yayınına yeni başladığı 1988 yılında, almış olduğum eğitim kalitesi ve yetişmiş olduğum ortamın gerçekleri dikkate alındığında üniversite sınavından oldukça başarılı bir sonuç almış ve Dokuz Eylül Üniversitesi Jeoloji Mühendisliği bölümünü kazanmıştım. Yani Türkiyenin üçüncü büyük kentinde, güzel İzmir'in Bornova ilçesinde yüksek öğrenim hayatıma devam edecektim ve 18 yaşında idim.

Kredi ve Yurtlar Kurumu başvurum olumlu neticelenmiş ve İnciraltı yurdunda kalabilmem için onay çıkmıştı. Okul başlamadan bir hafta önce İzmire gitmiş ve ön hazırlıklarımı tamamlamıştım.

İnciraltı yurduna gittim ve önceden hazırlamış olduğum ilgili evrakları teslim ederek, 8. blok 104 numaralı odaya kayıt oldum ve ilk kayıt olan ben olduğum için oda'nın anahtarını bana verdiler.
Odaya çıktım, eşyalarımı yerleştirdim, çarşaf ve nevresimlerimi biraz da uğraşarak olması gerektiğine yakın bir şekilde kullanıma hazır hale getirdim. Sonra dolabımı yerleştirdim ve kilitleyip Bornova ya okula gittim.
Bu arada İnciraltı yurdunun diğer yurtlardan farklı olan özelliğinden bahsetmem gerekir ki o da şu; aslında 1974 Akdeniz Oyunları İzmirde yapıldığı için oyunlara katılacak ülke sporcularının konaklaması adına yapılan bir sporcu konaklama köyüdür. O yüzden her odada duş ve tuvaleti vardır. Ayrıca merkezde ortak kullanım amaçlı bir kütüphane ve bir merkez cafe (kantin) vardı. Yani, denize sıfır olan, mandalina bahçeleri arasındaki İnciraltı yurdu çok güzeldi.

Neyse, sabah geldiğim Bornovadan, akşam dönmüştüm İnciraltına. Yalnız ulaşım çok ciddi bir problem idi. Şöyle ki bahsettiğim yıllarda, İnciraltından Bornova'ya direk sefer yok idi. Ulaşımı iki şekilde yapabiliyor idik, ya iki akatarmalı şekilde, az sayıda seferi olan İnciraltından Konağa gidip, oradan da Bornova otobüsüne binip ulaşacaktım. Yada üç aktarmalı olan ama daha sık sefer sayısına sahip İnciraltından Fahrettin Altay'a, oradan Konağa, oradan da Bornova ya gidecektim. Aslında bu iki seçeneğin haricinde benim erken uyanamadığım için çokta fazla kullanamadığım sabah 06:00 da İnciraltından direk Ege Üniversitesi kampüsüne (Bornova'ya) giden bir serviste vardı.

Çok güzel günlerimin geçtiği İnciraltı yurdunda oda arkadaşlarım ise çok ilginçti. 8 kişilik odanın 7 öğrencisi D.E.Ü. Tıp Fakültesi öğrencisi idi. Tıp fakültesi yurda yürüyüş mesafesi ile 15 dakika mesafede idi. Oda arkadaşlarımdan Özkan İzmir Kemalpaşalı, Arif İlker Kocakarın Denizlili idi. İskan Abay Mardin'li idi ve Türkçesi oldukça zayıftı. Ayrıca hayatımda ilk defa canlı olarak gördüğüm Gana'lı zenci müslüman Moro Osman Salifu ve İranlı Hristiyan Şakruh Ezazi vardı. Şakruh Ezazi tıp fakültesi 5. sınıfta diğerleri ise 1.sınıfta idi. Osman, 185 cm boyunda, sportif bir yapıda, zenci yakışıklısı, ilgi odağı olan ve 5 vakit namaz kılan iyi bir müslümandı. Osman'ı ilk gördüğümde aklıma gelen ilk şey şu olmuştu, aynı odada kalacağım bu zenci ile , gece lavaboya kalktığımda o da aynı anda kalkarsa ve karanlık odada bununla yüzyüze gelirsem napardım olmuştu?

Benim gibi Bornovada başka fakültelerde okuyan arkadaşlar ile Bornovaya gidiş geliş seyahatlerinde, otobüs sıralarında muhabbetler esnasında veya kantinde yemek veya çay sırasında beklerken göz aşinalığının etkisi ile güzel arkadaşlıklar kurmuştuk. Ve ağırlıklı Ziraat Fakültesinde okuyan arkadaşlardan oluşan fırlama bir grubumuz olmuştu. O dönemde ara ara alkol de alırdım.

Bir akşam, okul dönüşü Bornovada okuyan arkadaş grubumuz ile yurda kaçak yollardan içki sokmuştuk ve odada içki alemi yaptık. Hepimiz çakır keyif olmuş idik ve mezelerimiz tükenmişti. Arkadaşlarımızdan Uşak'lı Yaşar'ı saat geç olduğu için blok kantinimiz kapanmış olmasından dolayı merkez cafe'ye atıştırmalık meze almaya gönderdik. Yaşar odadan ayrılalı çok kısa zaman geçmişti ki, soluk soluğa odaya geri döndü, tabiri caiz ise beti benzi atmış, hortlak görmüş gibi sapsarı olmuştu ve heyecan ile "yürüyen eşofman" gördüm demişti. Biz tabi başladık gülmeye, ama ne olduğunu merakta ediyorduk.
Yaşar anlatmaya başladı; "blok kapısından çıktıktan sonra normal yoldan merkez cafe'ye gitmek yerine, bloğun yanından kısa yoldan gitmeyi tercih ettim. Ancak köşeyi döner dönmez çok karanlık ve ışıksız olan bloğun yanında yürürken karşımdan bembeyaz bir yürüyen eşofman geldiğini görüyordum, inanamadım ve gözlerimi oğuşturdum, gördüğüm gerçekti yürüyen bir eşofman üzerime doğru geliyordu ve tabanları yağlayıp, odaya koşarak geri döndüm". Tabi oda da kahkaha fırtınası ve Yaşar ile ilgili espiriler birbiri ardına patlıyordu.

İşin aslını ben kendi odama indikten sonra öğrendik ki, olay şu şekilde olmuştu. Oda arkadaşım Gana'lı Osman ten renkleri farklılık arz eden zencilerin en koyu siyah tene sahip olanlarından idi ve bembeyaz bir eşofman takımı ile yine bembeyaz spor ayakkabıları vardı. Ganalı Osmanda, Yaşarın kullandığı kısa yolu kullanıp merkez cafeden odaya geri dönüyor ve işte o esnada hafif çakırkeyif olan Yaşar da merkez cafe'ye alış verişe gidiyordu. Yani gecenin en koyu ve ilerleyen saatinde ışıksız bir yerde karşılaşmışlardı. Alkolün etkisi ile Yaşar dikkatli bakmamış olmasının tesiri ile Osman'ı algılayamamış ve yürüyen bir eşofman gördüğünü iddia etmişti. İşte o günden sonra bizim aramızda Moro Osman Salifu nun adı "Yürüyen Eşofman" kaldı.

7 Şubat 2010 Pazar

Ağustos'ta Denize Girsen Balta Kesmez Buz Olur

Aylardan ağustos ve günlerden cumartesi, meşrubat işi yapan bizlerin çok kısa olan sezonumuzun zirve yaptığı günlerin son demlerini yaşıyoruz. Ve ben Edremit’te distribütör deposundayım, ay başı olması ve hedeflerimin çok yüksek olması nedeniyle distribütörümle istişare halindeyim.
Saat 15:30 civarı cep telefonum çaldı, arayan genel müdürüm idi, önce kısa bir hal hatır faslından sonra, “şu anda İstanbul’dan yola çıktım, geceyi Ayvalıkta geçirmek istiyorum, çocuklarımda yanımda mümkünse Cunda Adasında sadece bu geceliğine bana bir gecelik 4 kişilik yer ayırtır mısın?” dedi.
Pik sezonda, hem de cumartesi günü hele hele de Cunda Adasında yer bulmak mümkün mü? Tabi çok zor ama ben bana yardımcı olabilecek bütün kanalları devreye sokarak yaklaşık 2 saatlik uğraşı sonucu bir butik otelde yer ayırtmayı başardım.

Otel sahibine telefonda benim için olayın önemini anlattım;
“Ben Cola Turka’nın bölge yöneticisiyim, gelecek kişi bizim şirketimizin en üst yöneticisidir, aman hizmetinizde kusurunuz olmasın ve mümkünse lobiye ve odalarda ki mini barlara bizim meşrubatlarımızı, su ve sodalarımızı koyalım” dedim.

Ama aldığım cevap o kadar ilginç ve şok edici idi ki hayretlere düştüm. Otel sahibi bana;
“Şaka gibi gelecek sana ve belki de bana inanmayacaksın ama, Coca Cola nın genel müdürü ve Türkiye Satış Müdürü de burada, senin istediğin taleplerin benzerlerini onların bölge yöneticileri de yaptılar ve lobiye kendileri bir soğutucu getirip içini kendi ürünleri ile ve odalar da ki mini bar’ları da istedikleri şekilde doldurdular. Aynı şeyi sende yapabilirsin” dedi.

Tabi inanılır gibi değildi, 8 odalı olan bir butik otelde hem aynı hafta sonu, hem de aynı gece iki büyük rakip firmanın genel müdürü konaklayacaktı. Gerçekten şaka gibiydi. Bende otel sahibinin önerdiği gibi kalan zamanımı en iyi şekilde değerlendirip yapabileceklerimin en iyisini yapmaya çalıştım. Lobiye bir soğutucu ayarlayıp, odaları da olabildiğince albenili bir şekilde hazırlatmaya çalıştım.

Tabi bu arada durum analizi yapmak üzere genel müdür ile telefonda da sürekli görüşme halindeyim. Çünkü olumsuz bir durumda programları değişecek ve bir haftalık izin kullanmak üzere çıktıkları yola, güzergâh değiştirerek doğrudan Çeşmeye gideceklerdi. İşte bu görüşmelerim esnasında bana “sende eşini ve çocuğunu al, akşam beraber balık yiyelim” şeklinde bir davette bulundu.

Haliyle yola öğleden sonra çıkmış olan genel müdür ve ailesi gece 22:00 sıralarında otele ulaştılar. Ben de bu arada Altınolukta yazlıkta bulunan eşimi ve oğlumu alıp, Ayvalığa Cunda Adasına gittim. Yaklaşık aynı saatte bizde Cunda Adasında idik.

Yalnız bu seferde hiç aklımda olmayan bir problem ile karşılaştım. Bütün balık restaurantları dolu ve Cunda Adası kordonunda iğne atsan yere düşmeyecek şekilde bir mahşeri kalabalık vardı. Hele hele de yedi kişilik bir yer bulmak imkansızdı. Bu arada genel müdür ile telefon görüşmelerim devam ediyor ve kendilerine araçlarını otelde bırakıp merkeze bir taksi ile gelmelerini öneriyordum, çünkü araç park edecek yer dahi yoktu. Kordonun tam ortasında eşim ve oğlum bir yöndeki restaurantları, bende diğer yöndeki restaurantları kontrol etmek amacı ile ayrıldık ki, o anda gün boyunca görüştüğüm iki balık restaurantından birisinde tam sekiz kişilik bir masa boşaldı.

Masayı garsonlar temizleme fırsatı bulamadan, misafirlerim gelmişlerdi bile. Oturduk, balık siparişlerini verdik, yemeğimizi yedik, aynı otelde rakip firmanın genel müdürünün de kalması ve biraz da işle ilgili konularda sohbet ettik, akabinde yürüyerek kısa bir kordon turu attıktan sonra yorgunluk kahvelerini içmek üzere bizi otele davet eden genel müdürün davetine icap ettik.

Sonrası ise filmlere konu olacak cinsten gelişmeler zinciri idi.

Genel müdür ertesi (Pazar) gün, sabah kahvaltısından sonra gezerek İzmir’e gidiş programı yapıyor. Önce gündüz gözü ile Cunda Adasını, sonra Ayvalığı, Şeytan Sofrasını ve Sarımsaklı yı gezerek İzmir’e gidiyorlar. Yalnız dolaştıkları bu yerlerde, Coca Cola nın tam bir görsel şovuna tanıklık ediyorlar. İzin dönüşü de gördüğü bu olumsuz tabloyu ve benimle ilgili olumsuz düşüncelerini birkaç farklı ortamda ifade ediyor.

Bu olaydan yaklaşık bir ay sonra da beklenen gelişme oldu ve beni genel müdürlüğe davet edip genel bir bölge değerlendirmesi yapmamı istedi.

Bende her zaman ki hazırlıklarımı yaparak gittim.

Bu toplantı esnasında bana; “Ayvalık ziyaretinden bahsederek, tam bir hayal kırıklığı yaşadığını, hemen hemen hiçbir yerde doğru dürüst ürünümüzü göremediğini, benden beklemediği kadar kötü bir performans gördüğünü” ifade etti.

Bende kendisine “geldikleri gün ve haftanın hem Coca Cola için, hem de Ayvalık için çok önemli bir tarih olduğunu, o tarihte Coca Cola dünya başkanı Muhtar Kent’in, Koç Holding onursal başkanı Rahmi Koç’un ve Rum Ortodoks Kilisesi Patriği Barthalemos’un oraya geldiğini, gelme sebeplerinin de, Coca Cola nın Cunda Adasına bulunan bir Şapeli (Ufak Kilise, bizdeki Mescid benzeri bir yapı) restore ederek, kütüphane haline getirerek Rum-Ortodoks Kilisesine hibe etme töreninin olduğunu ifade ettim. İşte bu sebepten dolayı da son 10 gündür, rakibin tüm ekibini bu bölgeye yöneltip ciddi bir çalışma yaptığını ve Genel Müdürlerinin de yapılan bu çalışmaları kontrol amacı ile orada bulunduğunu ifade ettim. Çünkü onlar için çok hayati bir gelişme idi bu durum. Benim şanssızlığımın da kendisinin böyle bir zamanda bölgemi ziyaret etmesi olduğunu ifade ettim.

Bana inanamadı ve hemen önünde bulunan bilgisayarında Google dede’ye ilgili tarihi ve ilgili kelimeleri yazarak, konu ile ilgili bulduğu haberleri ve benim anlattığım olayları oda da bulunanlara yüksek sesle okudu. Akabinde de “durum senin şanssızlığınmış ne yapalım, şansına küs” dedi.

Ama ben iş hayatında yaşanabilecek en kötü durumu yaşamış ve genel müdürün beynine bu şekilde kötü bir imaj ile kazınmıştım. Şansıma küsme gibi bir şansım da yoktu maalesef.
Bu olayı bir dost sohbet esnasında anlattığımda, çok sevdiğim Vildan abladan şu yorumu almıştım; “Sen, ağustosta denize girsen balta kesmez buz olur” dedi.

10 Ocak 2010 Pazar

PROBLEM VE ÇÖZÜM

Büyük bir Japon kozmetik şirketi, müşterilerinin birinden bir şikayet aldı :

Aldığı bir kutu sabunu açtığında, kutunun içi boştu.

Yetkililer, hemen üretim bandındaki problemi çözmeleri için mühendisleri görevlendirdi. Mühendisler, hemen çalışmaya başlayıp, yüksek çözünürlüklü, iki kişinin kontrol ettiği ve boş kutuyu gösteren bir x-ray cihazı ürettiler.

Küçük bir Hindistan şirketinde de aynı problem oldu. Fakat onlar x-ray cihazı gibi bir komplikasyona girmediler, bunun yerine daha basit bir çözüm geliştirdiler. Güçlü bir endüstriyel fan aldılar ve üretim bandına yerleştirdiler. Fanı çalıştırınca, boş kutular uçarak, üretim bandının dışına çıktılar.

Bu hikayedeki kıssadan hisse :

1. Her zaman basit çözümler ara.

2. Problemi çözecek en basit çözümü keşfet.

3. Problemlere değil, çözümlere odaklanmayı öğren.

7 Ocak 2010 Perşembe

ADAM OLMAK

Çevrende herkes şaşırsa,
bunu da senden bilse,
sen aklı başında kalabilirsen eğer,
herkes senden kuşku duyarken hem kuşkuya yer bırakır,
hem kendine güvenirsen eğer,
bekleyebilirsen usanmadan,
yalanla karşılık vermezsen yalana,
kendini evliya sanmadan
kin tutmayabilirsen kin tutana.
Düşlere kapılmadan düş kurabilir,
yolunu saptırmadan düşünebilirsen eğer,
ne kazandım diye sevinir, ne yıkıldım diye yerinir,
ikisine de vermeyebilirsen değer,
söylediğin gerçeği eğip büken düzenbaz,
kandırabilir diye safları, dert edinmezsen,
ömür verdiğin işler bozulsa da yılmaz,
koyulabilirsen işe yeniden.
Döküp ortaya varını yoğunu,
bir yazı turada yitirsen bile,
yitirdiklerini dolamaksızın dile
baştan tutabilirsen yolunu.
Yüreğine, sinirine dayan diyecek
direncinden başka şeyin kalmasa da,
herkesin bırakıp gittiği noktada,
sen dayanabilirsen tek.
Erdemli kalabilirsen,
unutmayabilirsen halkı, krallarla gezerken,
dost da düşman da incitemezse seni,
ne küçümser, ne büyültürsen çevreni
her saatin her dakikasına
emeğini katarsan hakçasına
her şeyi ile dünya önüne serilir,
üstelik oğlum, adam oldun demektir...

Rudyard Kipling
( 1865-1936 )

2 Ocak 2010 Cumartesi

KADIN-ERKEK AYNI KONUNUN 3 VERSİYONU :)

Aynı konunun 3 versiyonu....


1- Kadın/Erkek
2- Kadın/Kadın
3- Erkek/Erkek

1.Versiyon Kadın / Erkek: Bir erkegin hayatı nasıl karartılır?

Kadın: Saçımı kestireyim mi?
Erkek: Olur.
Kadın: Ama kıyamıyorum.
Erkek: Öyleyse kestirme.
Kadın: Canım degisiklik istiyor...
Erkek: O halde kestir.
Kadın: Bana akıl vermeyi bırak, delilere verir gibi.
Erkek: Eger nasıl hoşuma gittiğini bilmek istiyorsan, sana derimki uzun
saçlı. Bunu biliyorsun.
Kadın: Beni tanıdığında kısaydı.
Erkek: Ve sana tam olarak ne dediğimi hatırlıyorum: "Ne güzel olurdun uzun
saçla".
Kadın: Ama herkes kesmemi söylüyor.
Erkek: Bu durumda kuaföre git ve birak uyuyayım lütfen. Bunu senden Allah
rızası için istiyorum.
Kadın: Peki nasil kestireyim? Kat kat mı yoksa perçemli mi?
Erkek: Kat kat.
Kadın: Bana yakışacağını sanmıyorum, çünkü saçım çok düz.
Erkek: Bırak perçemli olsun.
Kadın: Çok yorucu.
Erkek: Yorduğu zaman tekrar kestirirsin.
Kadın: O zaman asla uzatamam.
Erkek: Uzatmak istiyorsan kestirme güzelim.
Kadın: Bana güzelim deme!!!!!!!
Erkek:?!?!?!?!!

2.Versiyon Kadın / Kadın:

1.Kadın: Ah sekerim saçını mı kestirdin? Ne kadar güzel olmuşsun!!!
2.Kadın: Ay sahi mi söylüyorsun? Ben pek emin olamıyorum. Ay çok mu kısa
oldu acaba...??
1.Kadın: Amaaan ne alakası var. Benim yüzüm bu kadar geniş olmasa aynı
kesimi bende denerdim. Benim su saçım klasik oldu artık, yeni bir
modele hiç cesaret edemiyorum.
2.Kadın: Ay yapma Allah aşkına nesi varmış yüzünün.... Bak şöyle
şuralarından kat verdirsen, harika olur!! Benim de boynum uzun olmasa aynı
seninki gibi bir model yaptırırdım.
1.Kadın: Ah şekerim sende bir alemsin. Keşke benimde boynum seninki gibi
olsa. En azından şu çökük omuzlarımın dikkat çekmesini engellemis olurdum.
2.Kadın: Ayol sen ne diyorsun?.. Senin gibi omuzları olsun isteyen bir
sürü kız var... Giydiğin her şey sana öyle yakışıyor ki.. Birde benim şu
kısa kollarıma bak. Omuzlarım seninkiler gibi olsaydi, giydigim bluzlar
üstümde emanet gibi durur muydu? Vır vır vır, dır dır dır...

3.Versiyon Erkek / Erkek:

1.Adam: Saçını mı kestirdin?
2.Adam: Evet
1.Adam: Sıhhatler olsun abi!..
2.Adam: Sağol...
Olay budur ! ...