27 Şubat 2010 Cumartesi

YÜRÜYEN EŞOFMAN

Hayatımızda cep telefonlarının ve internetin olmadığı, bırakın bunları özel televizyon ve radyo kanallarının olmadığı, hatta TRT 2 nin bile test yayınına yeni başladığı 1988 yılında, almış olduğum eğitim kalitesi ve yetişmiş olduğum ortamın gerçekleri dikkate alındığında üniversite sınavından oldukça başarılı bir sonuç almış ve Dokuz Eylül Üniversitesi Jeoloji Mühendisliği bölümünü kazanmıştım. Yani Türkiyenin üçüncü büyük kentinde, güzel İzmir'in Bornova ilçesinde yüksek öğrenim hayatıma devam edecektim ve 18 yaşında idim.

Kredi ve Yurtlar Kurumu başvurum olumlu neticelenmiş ve İnciraltı yurdunda kalabilmem için onay çıkmıştı. Okul başlamadan bir hafta önce İzmire gitmiş ve ön hazırlıklarımı tamamlamıştım.

İnciraltı yurduna gittim ve önceden hazırlamış olduğum ilgili evrakları teslim ederek, 8. blok 104 numaralı odaya kayıt oldum ve ilk kayıt olan ben olduğum için oda'nın anahtarını bana verdiler.
Odaya çıktım, eşyalarımı yerleştirdim, çarşaf ve nevresimlerimi biraz da uğraşarak olması gerektiğine yakın bir şekilde kullanıma hazır hale getirdim. Sonra dolabımı yerleştirdim ve kilitleyip Bornova ya okula gittim.
Bu arada İnciraltı yurdunun diğer yurtlardan farklı olan özelliğinden bahsetmem gerekir ki o da şu; aslında 1974 Akdeniz Oyunları İzmirde yapıldığı için oyunlara katılacak ülke sporcularının konaklaması adına yapılan bir sporcu konaklama köyüdür. O yüzden her odada duş ve tuvaleti vardır. Ayrıca merkezde ortak kullanım amaçlı bir kütüphane ve bir merkez cafe (kantin) vardı. Yani, denize sıfır olan, mandalina bahçeleri arasındaki İnciraltı yurdu çok güzeldi.

Neyse, sabah geldiğim Bornovadan, akşam dönmüştüm İnciraltına. Yalnız ulaşım çok ciddi bir problem idi. Şöyle ki bahsettiğim yıllarda, İnciraltından Bornova'ya direk sefer yok idi. Ulaşımı iki şekilde yapabiliyor idik, ya iki akatarmalı şekilde, az sayıda seferi olan İnciraltından Konağa gidip, oradan da Bornova otobüsüne binip ulaşacaktım. Yada üç aktarmalı olan ama daha sık sefer sayısına sahip İnciraltından Fahrettin Altay'a, oradan Konağa, oradan da Bornova ya gidecektim. Aslında bu iki seçeneğin haricinde benim erken uyanamadığım için çokta fazla kullanamadığım sabah 06:00 da İnciraltından direk Ege Üniversitesi kampüsüne (Bornova'ya) giden bir serviste vardı.

Çok güzel günlerimin geçtiği İnciraltı yurdunda oda arkadaşlarım ise çok ilginçti. 8 kişilik odanın 7 öğrencisi D.E.Ü. Tıp Fakültesi öğrencisi idi. Tıp fakültesi yurda yürüyüş mesafesi ile 15 dakika mesafede idi. Oda arkadaşlarımdan Özkan İzmir Kemalpaşalı, Arif İlker Kocakarın Denizlili idi. İskan Abay Mardin'li idi ve Türkçesi oldukça zayıftı. Ayrıca hayatımda ilk defa canlı olarak gördüğüm Gana'lı zenci müslüman Moro Osman Salifu ve İranlı Hristiyan Şakruh Ezazi vardı. Şakruh Ezazi tıp fakültesi 5. sınıfta diğerleri ise 1.sınıfta idi. Osman, 185 cm boyunda, sportif bir yapıda, zenci yakışıklısı, ilgi odağı olan ve 5 vakit namaz kılan iyi bir müslümandı. Osman'ı ilk gördüğümde aklıma gelen ilk şey şu olmuştu, aynı odada kalacağım bu zenci ile , gece lavaboya kalktığımda o da aynı anda kalkarsa ve karanlık odada bununla yüzyüze gelirsem napardım olmuştu?

Benim gibi Bornovada başka fakültelerde okuyan arkadaşlar ile Bornovaya gidiş geliş seyahatlerinde, otobüs sıralarında muhabbetler esnasında veya kantinde yemek veya çay sırasında beklerken göz aşinalığının etkisi ile güzel arkadaşlıklar kurmuştuk. Ve ağırlıklı Ziraat Fakültesinde okuyan arkadaşlardan oluşan fırlama bir grubumuz olmuştu. O dönemde ara ara alkol de alırdım.

Bir akşam, okul dönüşü Bornovada okuyan arkadaş grubumuz ile yurda kaçak yollardan içki sokmuştuk ve odada içki alemi yaptık. Hepimiz çakır keyif olmuş idik ve mezelerimiz tükenmişti. Arkadaşlarımızdan Uşak'lı Yaşar'ı saat geç olduğu için blok kantinimiz kapanmış olmasından dolayı merkez cafe'ye atıştırmalık meze almaya gönderdik. Yaşar odadan ayrılalı çok kısa zaman geçmişti ki, soluk soluğa odaya geri döndü, tabiri caiz ise beti benzi atmış, hortlak görmüş gibi sapsarı olmuştu ve heyecan ile "yürüyen eşofman" gördüm demişti. Biz tabi başladık gülmeye, ama ne olduğunu merakta ediyorduk.
Yaşar anlatmaya başladı; "blok kapısından çıktıktan sonra normal yoldan merkez cafe'ye gitmek yerine, bloğun yanından kısa yoldan gitmeyi tercih ettim. Ancak köşeyi döner dönmez çok karanlık ve ışıksız olan bloğun yanında yürürken karşımdan bembeyaz bir yürüyen eşofman geldiğini görüyordum, inanamadım ve gözlerimi oğuşturdum, gördüğüm gerçekti yürüyen bir eşofman üzerime doğru geliyordu ve tabanları yağlayıp, odaya koşarak geri döndüm". Tabi oda da kahkaha fırtınası ve Yaşar ile ilgili espiriler birbiri ardına patlıyordu.

İşin aslını ben kendi odama indikten sonra öğrendik ki, olay şu şekilde olmuştu. Oda arkadaşım Gana'lı Osman ten renkleri farklılık arz eden zencilerin en koyu siyah tene sahip olanlarından idi ve bembeyaz bir eşofman takımı ile yine bembeyaz spor ayakkabıları vardı. Ganalı Osmanda, Yaşarın kullandığı kısa yolu kullanıp merkez cafeden odaya geri dönüyor ve işte o esnada hafif çakırkeyif olan Yaşar da merkez cafe'ye alış verişe gidiyordu. Yani gecenin en koyu ve ilerleyen saatinde ışıksız bir yerde karşılaşmışlardı. Alkolün etkisi ile Yaşar dikkatli bakmamış olmasının tesiri ile Osman'ı algılayamamış ve yürüyen bir eşofman gördüğünü iddia etmişti. İşte o günden sonra bizim aramızda Moro Osman Salifu nun adı "Yürüyen Eşofman" kaldı.

7 Şubat 2010 Pazar

Ağustos'ta Denize Girsen Balta Kesmez Buz Olur

Aylardan ağustos ve günlerden cumartesi, meşrubat işi yapan bizlerin çok kısa olan sezonumuzun zirve yaptığı günlerin son demlerini yaşıyoruz. Ve ben Edremit’te distribütör deposundayım, ay başı olması ve hedeflerimin çok yüksek olması nedeniyle distribütörümle istişare halindeyim.
Saat 15:30 civarı cep telefonum çaldı, arayan genel müdürüm idi, önce kısa bir hal hatır faslından sonra, “şu anda İstanbul’dan yola çıktım, geceyi Ayvalıkta geçirmek istiyorum, çocuklarımda yanımda mümkünse Cunda Adasında sadece bu geceliğine bana bir gecelik 4 kişilik yer ayırtır mısın?” dedi.
Pik sezonda, hem de cumartesi günü hele hele de Cunda Adasında yer bulmak mümkün mü? Tabi çok zor ama ben bana yardımcı olabilecek bütün kanalları devreye sokarak yaklaşık 2 saatlik uğraşı sonucu bir butik otelde yer ayırtmayı başardım.

Otel sahibine telefonda benim için olayın önemini anlattım;
“Ben Cola Turka’nın bölge yöneticisiyim, gelecek kişi bizim şirketimizin en üst yöneticisidir, aman hizmetinizde kusurunuz olmasın ve mümkünse lobiye ve odalarda ki mini barlara bizim meşrubatlarımızı, su ve sodalarımızı koyalım” dedim.

Ama aldığım cevap o kadar ilginç ve şok edici idi ki hayretlere düştüm. Otel sahibi bana;
“Şaka gibi gelecek sana ve belki de bana inanmayacaksın ama, Coca Cola nın genel müdürü ve Türkiye Satış Müdürü de burada, senin istediğin taleplerin benzerlerini onların bölge yöneticileri de yaptılar ve lobiye kendileri bir soğutucu getirip içini kendi ürünleri ile ve odalar da ki mini bar’ları da istedikleri şekilde doldurdular. Aynı şeyi sende yapabilirsin” dedi.

Tabi inanılır gibi değildi, 8 odalı olan bir butik otelde hem aynı hafta sonu, hem de aynı gece iki büyük rakip firmanın genel müdürü konaklayacaktı. Gerçekten şaka gibiydi. Bende otel sahibinin önerdiği gibi kalan zamanımı en iyi şekilde değerlendirip yapabileceklerimin en iyisini yapmaya çalıştım. Lobiye bir soğutucu ayarlayıp, odaları da olabildiğince albenili bir şekilde hazırlatmaya çalıştım.

Tabi bu arada durum analizi yapmak üzere genel müdür ile telefonda da sürekli görüşme halindeyim. Çünkü olumsuz bir durumda programları değişecek ve bir haftalık izin kullanmak üzere çıktıkları yola, güzergâh değiştirerek doğrudan Çeşmeye gideceklerdi. İşte bu görüşmelerim esnasında bana “sende eşini ve çocuğunu al, akşam beraber balık yiyelim” şeklinde bir davette bulundu.

Haliyle yola öğleden sonra çıkmış olan genel müdür ve ailesi gece 22:00 sıralarında otele ulaştılar. Ben de bu arada Altınolukta yazlıkta bulunan eşimi ve oğlumu alıp, Ayvalığa Cunda Adasına gittim. Yaklaşık aynı saatte bizde Cunda Adasında idik.

Yalnız bu seferde hiç aklımda olmayan bir problem ile karşılaştım. Bütün balık restaurantları dolu ve Cunda Adası kordonunda iğne atsan yere düşmeyecek şekilde bir mahşeri kalabalık vardı. Hele hele de yedi kişilik bir yer bulmak imkansızdı. Bu arada genel müdür ile telefon görüşmelerim devam ediyor ve kendilerine araçlarını otelde bırakıp merkeze bir taksi ile gelmelerini öneriyordum, çünkü araç park edecek yer dahi yoktu. Kordonun tam ortasında eşim ve oğlum bir yöndeki restaurantları, bende diğer yöndeki restaurantları kontrol etmek amacı ile ayrıldık ki, o anda gün boyunca görüştüğüm iki balık restaurantından birisinde tam sekiz kişilik bir masa boşaldı.

Masayı garsonlar temizleme fırsatı bulamadan, misafirlerim gelmişlerdi bile. Oturduk, balık siparişlerini verdik, yemeğimizi yedik, aynı otelde rakip firmanın genel müdürünün de kalması ve biraz da işle ilgili konularda sohbet ettik, akabinde yürüyerek kısa bir kordon turu attıktan sonra yorgunluk kahvelerini içmek üzere bizi otele davet eden genel müdürün davetine icap ettik.

Sonrası ise filmlere konu olacak cinsten gelişmeler zinciri idi.

Genel müdür ertesi (Pazar) gün, sabah kahvaltısından sonra gezerek İzmir’e gidiş programı yapıyor. Önce gündüz gözü ile Cunda Adasını, sonra Ayvalığı, Şeytan Sofrasını ve Sarımsaklı yı gezerek İzmir’e gidiyorlar. Yalnız dolaştıkları bu yerlerde, Coca Cola nın tam bir görsel şovuna tanıklık ediyorlar. İzin dönüşü de gördüğü bu olumsuz tabloyu ve benimle ilgili olumsuz düşüncelerini birkaç farklı ortamda ifade ediyor.

Bu olaydan yaklaşık bir ay sonra da beklenen gelişme oldu ve beni genel müdürlüğe davet edip genel bir bölge değerlendirmesi yapmamı istedi.

Bende her zaman ki hazırlıklarımı yaparak gittim.

Bu toplantı esnasında bana; “Ayvalık ziyaretinden bahsederek, tam bir hayal kırıklığı yaşadığını, hemen hemen hiçbir yerde doğru dürüst ürünümüzü göremediğini, benden beklemediği kadar kötü bir performans gördüğünü” ifade etti.

Bende kendisine “geldikleri gün ve haftanın hem Coca Cola için, hem de Ayvalık için çok önemli bir tarih olduğunu, o tarihte Coca Cola dünya başkanı Muhtar Kent’in, Koç Holding onursal başkanı Rahmi Koç’un ve Rum Ortodoks Kilisesi Patriği Barthalemos’un oraya geldiğini, gelme sebeplerinin de, Coca Cola nın Cunda Adasına bulunan bir Şapeli (Ufak Kilise, bizdeki Mescid benzeri bir yapı) restore ederek, kütüphane haline getirerek Rum-Ortodoks Kilisesine hibe etme töreninin olduğunu ifade ettim. İşte bu sebepten dolayı da son 10 gündür, rakibin tüm ekibini bu bölgeye yöneltip ciddi bir çalışma yaptığını ve Genel Müdürlerinin de yapılan bu çalışmaları kontrol amacı ile orada bulunduğunu ifade ettim. Çünkü onlar için çok hayati bir gelişme idi bu durum. Benim şanssızlığımın da kendisinin böyle bir zamanda bölgemi ziyaret etmesi olduğunu ifade ettim.

Bana inanamadı ve hemen önünde bulunan bilgisayarında Google dede’ye ilgili tarihi ve ilgili kelimeleri yazarak, konu ile ilgili bulduğu haberleri ve benim anlattığım olayları oda da bulunanlara yüksek sesle okudu. Akabinde de “durum senin şanssızlığınmış ne yapalım, şansına küs” dedi.

Ama ben iş hayatında yaşanabilecek en kötü durumu yaşamış ve genel müdürün beynine bu şekilde kötü bir imaj ile kazınmıştım. Şansıma küsme gibi bir şansım da yoktu maalesef.
Bu olayı bir dost sohbet esnasında anlattığımda, çok sevdiğim Vildan abladan şu yorumu almıştım; “Sen, ağustosta denize girsen balta kesmez buz olur” dedi.