31 Aralık 2009 Perşembe

MOTOSİKLET :)

İlkokul’da ikinci sınıfa geçtiğim sene iki tekerli, küçük ve mavi renkli çok güzel bir bisiklete sahip olmuştum. 6,5 yaşında ki bir çocuğun 1978 yılında ulaşabileceği çok büyük bir nimetti. Sahip olduğum bu bisiklet ile birlikte mahallede yaşıtlarım arasında populeritem oldukça artmış ve zirve yapmıştı, bu durum da beni oldukça keyiflendiriyordu…
Ta ki, zaman ilerleyip, bisiklet küçük gelmeye başladığında ve arkadaşlarımın da yeni yeni bisikletlere sahip olmasıyla bu güzel günler kaybolmaya başladı benim için…
Okul hayatımda da vasat bir öğrenci olduğum ve o günlerin şartları da maddi olarak az çok belli olduğu için, bana bir türlü yeni bisiklet alınamıyordu. Mevcut bu durumda bende aslında moral bozukluğu oluşturuyordu.

Ve ilkokulu bitirmiştim artık, babam bu başarımdan ötürü  bana ne istediğimi sormuş ve bende heyecan ile hiç düşünmeden haykırarak bisiklet demiştim ve boy olarak büyümüş olmama rağmen o dönemin marka bisikleti pinokyo da olsa razı idim.

Babamın vazifesi nedeni ile çocukluğum, Kütahya’nın Tavşanlı ilçesinin Tunçbilek beldesinde geçmişti. Tunçbilek, tamamına yakını maden işletmesi ve termik santralda çalışanların oturduğu sitelerden oluşan, motorlu taşıt trafiğinin fazla olmadığı, ikamet edenlerin yaklaşık olarak eşit gelir seviyesine sahip olduğu, bir yerleşim birimiydi. Yaz tatillerini de, tüm çalışanlar memleketlerinde ve dolayısıyla da biz de Balıkesirde geçirirdik.

İşte ilkokulu bitirdiğim o sene yaz tatilini geçirmek üzere, annem, kardeşim ve ben Susurluk’a çok sevdiğim amcamlara gitmiş idik.
İletişimin bugün gibi olmadığı o yıllarda telefon ile haberleşme çok zordu ve şu şekilde olurdu; önce santrale numara yazdırılır ve yazdırılan numaranın iletişim için bağlanması beklenirdi, sonra da karşında ki kişi ile görüşülürdü, bu durum bazı zamanlarda tüm günü bile kapsayabilirdi.
Amcam, babam ile o şekilde bir görüşme yapmış ve akşam yemekte bana müjdeyi vermişti. “Baban sana motosiklet almış!” Şok geçirmiş, inanamamış ve ağlamaya başlamıştım... “Babam o motosikleti kendisine almıştır, ben bisiklet istiyordum, neden bana bisiklet almadı” gibi ve birkaç gün boyunca süren ağlama krizlerim olmuştu... Babam da benim tepkimi merak ettiği için, amcama telefon açmış ve tüm yaşananları öğrenince haklı olarak üzülmüştü.

Aradan zaman geçmiş, yaklaşık üç aylık yaz tatilimiz bitmiş ve motosikletimi görmek için sabırsızlandığım Tunçbilek’te ki evimize döndüğümüz gün, ilk işim hemen bodrum’a inip yeni motosikletimi görmek olmuştu. Kırmızıya yakın bordro renkli, süper bir alet olan Peugeot 103 modelinde, plakası dahi olmayan bir motosiklet gözümün önündeydi ve bu benimdi, inanılır gibi değildi. Hem şok, hem sevinç, hem şaşkınlık, hem de bu motosikleti nasıl kullanacağıma dair bir merak vardı içimde…ve babamın mesai bitip işten gelmesini bekledim sabırsızıkla…

Babam geldiğinde, zaten bodrumda bekleyen beni görünce sevindi ve öptü, bende ellerini öpüp teşekkür ettim kendisine…Ama ortada bir problem vardı “bu aleti nasıl kullanacaktım?”.
Bodrum’dan zemine ulaşmak için olan yedi basamağı zar zor ve binbir uğraşı ile geçerek motosikletimi çıkartım ve babamı beklemeye başladım.
Tabi bütün arkadaşlarım etrafımdaydı ve merakla beni izliyorlardı. Bu sahne bana seneler öncesini hatırlatmıştı.
Babam, önce kısaca motosikleti tanıttı, ardından motosikleti nasıl çalıştırmam gerektiğini öğretti ve bana “bin” dedi, bindim
“arkandan tutuyorum seni, yavaş yavaş gaz ver, motosiklet yürüyecek, pedal çevirmene gerek yok” diyerek beni cesaretlendirdi ve ben ne olduğunu anlayamadan motosiklet kullanmaya başlamıştım…düşe kalka öğrendim bu aleti kullanmayı…mahallede populeritem yin zirve yapmış ve hiçbir akranımın sahip olamadığı bir şeye sahip olmuştum…Benden mutlusu yoktu…

Ancak, babam motosikleti aldığı gün dahil olmak üzere, hiçbir gün motosikletimi kullanmadığı gibi, bana kullanmasını öğrettikten sonra elini dahi sürmemişti…sırf benim “o motosikleti kendisine almıştır” ifadem üzerine 

Bana çok şey katan ve her daim varlıkları ile arkamda olan ebeveyn’lerime sonsuz şükranlarımı sunuyor, haklarını ödeyemeyeceğim bu kişilere ne yapsam az olduğum bilinci ile beraber onları çok sevdiğimi buradan bir kez daha ifade ediyorum. Allah hepimize sağlıklı ve uzun ömürler versin…AMİN.

30 Aralık 2009 Çarşamba

YENİDEN DOĞUŞ

Kartal'ın "yeniden doğuş" olayı çok bilinen bir gerçektir. Önce bu olayı kısaca özetleyeyim.

Kartallar, kuş türleri içinde en uzun yaşayanıdır. 70 yıla kadar yaşayan kartallar vardır. Ancak bu yaşa ulaşmak için, 40 yaşındayken çok ciddi ve zor bir karar vermek
zorundadırlar.
Kartalların yaşı 40′a vardığında pençeleri sertleşir, esnekliğini yitirir ve bu nedenle de beslenmesini sağladığı avlarını kavrayıp tutamaz duruma gelir.
Gagası uzar ve göğüsüne doğru kıvrılır.
Kanatları yaşlanır ve ağırlaşır.
Tüyleri kartlaşır ve kalınlaşır.
Artık kartalın uçması iyice zorlaşmıştır.
Dolayısıyla kartal burada iki seçimden birini yapmak zorundadır;

Ya ölümü seçecektir. Yada yeniden doğuşun acılı ve zorlu sürecini göğüsleyecektir.

Bu yeniden doğuş süreci, 150 gün kadar sürecektir. Bu yönde karar verirse, kartal
bir dağın tepesine uçar ve orada bir kaya duvarda, artık uçmasına gerek olmayan
bir yerde, yuvasında kalır. Bu uygun yeri bulduktan sonra kartal gagasını sert bir
şekilde kayaya vurmaya başlar. En sonunda kartalın gagası yerinden sökülür ve düşer.
Kartal bir süre yeni gagasının çıkmasını bekler. Gagası çıktıktan sonra bu yeni
gaga ile pençelerini yerinden söker çıkartır. Yeni penceleri çıkınca kartal
bu kez eski kartlaşmış tüylerini yolmaya başlar. 5 ay sonra kartal, kendisine
20 yıl veya daha uzun süreli bir yaşam bağışlayan meşhur “Yeniden Doğuş”
uçuşunu yapmaya hazır duruma gelir.

İşte herbirimizin hayatında öylesine dönemler gelir ki, bu anlarda çok radikal kararlar almamız gerekir. Alacağımız bu kararlar eğer kendimiz için iyi bir gelecek planlıyor isek bizleri acıtacaktır. Alışkanlıklarımızdan, zevklerimizden ve hatta ihtiyaçlarımızdan bile mahrum kalmak durumunda kalabiliriz.

Yeniden doğuş süreci, uzun, meşakkatli ve yıpratıcı bir zaman dilimini kapsar. Evimizi, işimizi, şehrimizi, ülkemizi ve hatta eşimizi bile değiştirmeyi gerektirebilir bu süreç. İşte bu değişiklikleri yaparken, kendimiz için en ideal ve doğru olanını tespit edebilmek en önemli husustur. Ve hepimizin hayatında da bu ve benzeri durumlar ile bir kaç kez karşılaşabiliriz. Olaylar karşısında çabuk demoralize olmak yerine, kartalın yeniden doğuş sürecini her zaman aklımızda tutar isek, manevi desteğimiz hazır demektir.

Hayatımız boyunca karşılaşacağımız "yeniden doğuş"ların hepimiz için en doğru adımları içermesi dileğimle.

Tevfik ÇELİK

29 Aralık 2009 Salı

BALIKESİR BELEDİYESİNE PROJE ÖNERİLERİM DETAY

Balıkesir Belediyesi Proje Önerilerim

1- Balıkesir – Edremit (Akçay) Arası Hızlı Tren Projesi

Balıkesir’imiz gerek nüfusu, gerek eğitim düzeyi, gerekse de gelir düzeyi açısından büyümekte olan bir şehirdir.

Devlet yatırımları açısından batı bölgelerinde bulunup ta en az yatırım alan vilayetlerimizdendir. Bunun başlıca sebebi de Balıkesir’in, Ankara üst bürokrasisin de çalışan hemşehrisinin bulunmamasıdır. Kendi kendine geçinen şehrimizin kabuğunu yırtması için çok büyük devlet yatırımlarına ihtiyacı vardır. İşte bunlardan bir tanesi de Balıkesir ile Edremit / Akçay arasına bir hızlı tren projesi yapılmasıdır.

“Hızlı Tren Projesi” belediye imkanları ile gerçekleştirilmesi imkansız, devlet genel bütçesi ve Avrupa Birliği Fonlarından yararlanılıp yapılabilecek bir projedir.

Proje uygulanması halinde Balıkesir'in ufkunu, vizyonunu, eğitim ve gelir düzeyini direk değiştirecek bir projedir.

Körfez’e yapılacak olan ve uluslararası uçuşlara 2011 yılında açılacak olan havaalanı ve Akçay'a açılacak Gümrük ve Liman ile entegre olarak düşünüldüğünde Balıkesirimizin ufkunu açacak ve kentimizi hızlı bir değişime uğratacak bir projedir.

Kurulacak olan hat sonrası seferlere başlayacak olan hızlı tren, Akçay’a gümrük açılmasından sonra, Yunan adalarından Akçay’a günübirlik gelecek misafirlerimizi Balıkesire çekebileceği gibi, Edremit bölgesinde ki yaz turizmi ve buradaki termal turizmi de Balıkesir üzerinden gidecek kişilerle o bölgeyi de canlandıracaktır. Yani çift taraflı bir etkileşim söz konusu olacaktır.

Aynı zamanda Balıkesir’de çalışan ve okuyan ama Körfez bölgesinde ikamet eden kişilerin günübirlik ulaşımlarını da sağlayacaktır.


2- Balıkesir Silikon Vadisi

Bursa yolu çıkışında bulunan Küçük Sanayi Sitesinin 3 kapıya kadar olan bölümündeki tüm işyerleri başka bir küçük sanayi sitesine taşınıp, ortaya çıkacak olan alana, her türlü fiziki şartları sağlanmış, teknolojik alt yapısı hazırlanmış ve akıllı binalardan oluşan bir teknokent kurulmasını önerdim.

Yapılan bu teknokente dünyanın en büyük yazılım firmalarının ofislerini taşımaları ve binaların kendilerine bedelsiz olarak tahsis edilmesi taahhüt edilerek, yüzlerce beyaz yakalı yazılım mühendisinin Balıkesirimize gelmesi sağlanabilir.

Bu teknokentte, çalışanlar için sosyal her türlü imkanın (yüzme havuzlarından, cafeteryalara, bekarlar için misafirhane türü 5 yıldızlı otel konforunda konaklama alanlarından, saunalara, fitness centerdan, yürüme alanlarına kadar) sağlanmış olması gerekmektedir.

Burada çalışacak olan beyaz yakalıların Balıkesir’e sadece maaşlarından getirisi bile şehrin ekonomisinin gelişmesine çok ciddi katkısı olacaktır. Ayrıca bu çalışanların talepleri ve yönlendirmeleri de şehrimizde doğal bir gelişim sürecini beraberinde getirecektir.


3- Çamlık (100.Yıl) Tepesine Balıkesir’i Simgeleyen Bir Kule Yapılması Projesi

Bütün büyük ve dikkat çeken şehirlerin, heykel gibi, kule gibi veya mimarisi özel olan binalar gibi simgeleri vardır. Bunların tamamına yakını insanlar tarafından özel ili görür ve ziyaret edilir.
Başkent veya ülkelerin en büyük kentlerinin her birinde olan bu yapılardan, Balıkesirimizde de Zağnopaşa Camii, Karesi Türbesi ve 100. Yıl Anıtı gibi yapılar bulunmaktadır.
Çamlık Tepesine yapılacak olan, Kolonya Şişesi şeklinde yüksekliği 100 metre civarlarında olacak, bir kule, etrafına yapılacak parklar, restaurantlar, satış büfeleri ve kulede ki seyir ve gözetleme balkonları ile çok ilgi ve ziyaretçi çekecektir. Yapılacak olan bu yatırım, hizmet sektöründe yılın 12 ayına yayılacak olan bir iş sahası açacak ve beraberinde yüzlerce istihdam sağlayacaktır.


4- Çamlık (100. Yıl) Tepesinden Zağnos Paşa Camine Raylı Telefirik Sistemi Döşenmesi Projesi

Bir önceki projemle entegre olarak düşünülerek yapılması gerekmektedir.
Zağnospaşa Camii veya Paşa Hamamı civarlarından Çamlık Tepesine bir güzergah tespit edilip, bu güzergah istimlak edilerek, çevresi de rehabilite edilerek, raylı bir sistem üzerinde yavaş hareket edecek ve seyir zevki sunarak, ulaşımı sağlayacak bir telefirik sistemi yapılabilir.
Bu yapılacak olan sistem Balıkesir için bir faklılık olup, Türkiye’de de ilk’ler ve farklı şehirler arasına sokacaktır.


5- Hobi Kampusü ve Bahçeleri

Tarım, bahçe, ahşap, metal işleri vb. hobileri olan kişilerin bu gibi aktiviteleri rahatça yapabilecekleri ve hobilerini üretime dönüştürebilecekleri, genişçe bir alan üzerine kurulmuş, hem kapalı alanı bulunan hem de 50’şer metrekarelik, 100 adet bahçeden oluşan bir Hobi Kampüsü oluşturulmasını öneriyorum. Bu alanlar, bu tür hobileri olan kişilere kiralanabilmeli, üretim yapılabilmeli, buralarda üretilen ürünlerin pazarlanabilmesi için bir çarşı oluşturulmalıdır.

6- Balıkesir Tasarım Festivali

Balıkesirimizde sürekli yapılacak ve uluslarası bir özelliği olacak olan “Tasarım Festivali” şehrimizi farklı ve lider bir şehir haline getirecektir. Önerim uyarınca her yıl festival bir konu çerçevesinde icra edilecektir.

- Belirlenecek olan konular, kentin vizyonunu ve sanatsal değerini arttırmaya yönelik olacaktır. Öreneğin, bir yıl sokak çeşmeleri, bir yıl mazgal kapakları, bir yıl kent mobilyaları (sokak lambaları, banklar, çöp kovaları vb.) bir yıl belirlenecek bir caddedin mimari rehabilitasyonu veya şehrin belirli meydanlarına konuacak heykeller ve benzeri gibi konular olmalıdır.

- Sanatçıların rahat çalışabilmeleri için Küçük Sanayi Sitesinden kullanımlarına tahsis edilecek atölyeler yapılmalıdır.

- Sanatçıların ürettiği eserlere satın alma garantisi ile beraber, daimi sergileme anlaşması yapılmadır. Satın alınan projelerden kente uygulanmayacak olanlar, başka şehirlere satılmalıdır.

- Her yıl dereceye girenlere festival komitesince ödüller verilmelidir. Bu ödüller dikkat çekici ve cazibesi yüksek olmalıdır.

- Festival Komitesi yerli ve yabancı konusunda otorite kişileri bir araya getirmelidir ve seçici kurul bunların içinden oluşturulmalıdır.


7- Toplu Taşıma Araçlarının Rehabilitasyonu

Kentte kullanılan toplu taşıma araçlarının;
- Tek tip’te, çift katlı, yazları üstü açık şekilde kullanılabilecek olan, aynı zamanda seyahat edenlere hoş bir ulaşım imkanı sunan özellikte olan araçlar olması, Balıkesir’imizi farklı kılacaktır.
- Diğer taksi dolmuşlar ve minibüsler içinde, müşterilerin rahatı ön planda olacak şekilde Balıkesir belediyesi, Şöförler odası ve hat sahiplerinin katılımı ve şehir halkının oyları ile belirlenecek olan tek marka ve tipte olması sağlanabilir.

27 Aralık 2009 Pazar

BALIKESİR BELEDİYESİNE PROJE ÖNERİLERİM

Balıkesir Belediyesine Proje Önerilerim;

Balıkesir Belediyesine şehirde uygulanmak üzere 2008 yılı sonunda aşağıda başlıklarını verdiğim ve her birinin ayrı ayrı açıklamasını yaptığım projeleri önerdim.

Bu projelerden 5 numaradaki önerim “Hobi Bahçeleri ve Atölyeleri” proje önerim beğeni görüp, uygulanabilir projeler kapsamında değerlendirilip, Balıkesir Belediyesinin resmi web sayfasında yayınlandı.

Önerilerimden “Hızlı Tren Projesi” belediye imkanları ile gerçekleştirilmesi imkansız, devlet genel bütçesi ve Avrupa Birliği Fonlarından yararlanılıp yapılabilecek bir projedir. Ancak uygulanması halinde Balıkesir'in ufkunu, vizyonunu, eğitim ve gelir düzeyini direk değiştirecek bir projedir. Körfez havaalanı ve Akçay'a açılacak Gümrük ve Liman ile entegre olarak düşündüğüm bir projedir.

Ama benim en beğendiğim ve favori önerim “Tasarım Festivali” projesidir ki, en az maliyetli ve minimum 5 sene içinde Balıkesir’i modern bir müze şehir haline getirip, Turizm geliri sahibi bir kent haline getirecek bir projedir diye düşünüyorum.

Şimdi aşağıda başlıklarını vereceğim projelerimin açıklamalarını da ayrı ayrı yine bu blogda yayınlayacağım.

1-Balıkesir – Edremit (Akçay) Arası Hızlı Tren Projesi
2-Balıkesir Silikon Vadisi Projesi
3-Çamlık (100. Yıl) Tepesine Balıkesiri Simgeleyen Bir Kule Yapılması Projesi
4-Çamlık (100. Yıl) Tepesinden Zağnos Paşa Camine Raylı Telefirik Sistemi Döşenmesi Projesi
5-Balıkesir Hobi Bahçeleri ve Atölyeleri Projesi
6-Balıkesir Tasarım Festivalı Projesi
7-Balıkesir Belediyesi Toplu Taşıma Araçlarının Rehabilitasyonu Projesi

Sevgilerimle.

Tevfik ÇELİK

Güzel Bir Hikaye

Gencin birisi Kâbe'de hep, "Ey dogrularin yardimcisi olan Allahim, ey haramdan sakınanlarin yardımcısı olan Allahım, sana hamdü sena ederim" diye dua eder.

Bu durum herkesin dikkatini çeker.
Birisi; Neden hep ayni duayı yapiyorsun, baska bir sey bilmiyor musun? der.

O da anlatır:

7-8 sene önce yine Kâbe'de iken içi altin dolu bir torba buldum. Tam 1000 altın vardı içinde. İçimden bir ses; "Bu altınlarla, şunları şunları yaparsın" diyordu.
Hayır dedim kendi kendime, bu benim degil, baskasının malı, kullanmam haram olur.

Bu sırada birisi, "söyle bir torba bulan var mi?" diye bağırıyordu.

Çağırdım onu, nasıl bir torbaydı, içinde ne vardi diye sordum.

Torbayı tarif etti ve "içinde 1000 altın vardı" dedi. Al öyleyse torbanı diyerek kendisine verdim.

Adam torbayı açıp içinden bana 30 altın verdi.

Pazara gittim. Temiz yüzlü genç bir esiri överek satıyorlardı. Gencin temizligi dikkatimi çekti. Yanlarina gittim, bu köle için ne istiyorsunuz dedim. 30
altın dediler. Adamdan aldığım 30 altını verip genci satın aldim.

Aradan bir iki yıl geçti.

Genç çok çalışkan, çok edepli idi. Onu aldığıma çok memnun olmuştum.

Bir gün onunla giderken, karşıdan iki üç kişi geliyordu. Genç bana dedi ki;

-Efendim, ben Fas emirinin oğluyum. Bu gelenler babamın adamları, beni buldular. Senden beni satin almak isterler, sen iyi bir insansin, beni onlara 30 bin altından aşağıya satma dedi.

O kişiler yanıma geldi, "bu esiri bize satar mısın" dediler.

-Satarım dedim.

-"60 altın verelim" dediler.

-Olmaz dedim.

-"İyi ama sen bunu 30 altina almadın mi? Biz sana iki mislini veriyoruz" dediler.

-Öyleyse gidin pazardan alın dedim. Artıra artıra 20 bin altına kadar çıktılar. 30 binden aşağı olmaz dedim.

Çaresiz kabul ettiler. Altınları verip, genci alip gittiler.

Ben o 30 bin altınla isyerleri açtim, ticaret yaptım, daha çok zengin oldum.

Bir gün bana arkadaslar, "çok zengin bir ailenin iyi bir kızı var. Babasi yeni vefat etti. Onunla seni evlendirelim" dediler.

Ben de "olur" dedim.

Nikah kıyıldı. Deve yükleri çeyizini getirdiler. Çeyiz arasinda bir torba dikkatimi çekti.

Kıza, "bu nedir" dedim.

"İçinde 970 altın var, babam Kâbe'de bunu kaybetmiş, bulan gence 30unu vermiş. Kalanını da bana hediye etti, çeyizine koyarsın dedi".

Demekki bulduğum altınlar benim rızkım imiş, vermese idim haram yoldan gelecekti, simdi helal yoldan yine bana geldi.

Bana yardim edip haramlardan koruyan, nice nimetler ihsan eden yüce Rabbime hamd ederim.

"Acı da olsa, doğruları söyleyiniz." ( hadis-i şerif )

Takdirden ötesi yok... Nasipten ötesi yok...

26 Aralık 2009 Cumartesi

KURBAĞA

Aşağıdaki yazı, bu yıl içinde ekibim ile paylaştığım ve net sonuç aldığım bir yazı oldu...Gerçi zaman geçtikçe bu ve benzeri yazıları ekiple paylaşmak ve onları "günlük koşuşturmacalardan arındırmak" lazım ama :o)

Sizi hikaye ve akabindeki yorumumla başbaşa bırakıyorum...


Günlerden birgün ... kurbağaların yarışı varmış. Hedef, çok yüksek bir kulenin tepesine çıkmakmış.

Bir sürü kurbağa da arkadaşlarını seyretmek için toplanmış. Ve yarış başlamış.

Gerçekte seyirciler arasında hiçbiri yarışmacıların kulenin tepesine çıkabileceğine inanmıyormuş.

Sadece şu sesler duyulabiliyormuş:
"Zavallılar! Hiçbir zaman başaramayacaklar!"

Yarışmaya başlayan kurbağalar kulenin tepesine ulaşamayınca teker teker yarışı bırakmaya başlamışlar. İçlerinden sadece bir tanesi inatla ve yılmadan kuleye tırmanmaya çalışıyormuş.

Seyirciler bağırıyorlarmış:
"...Zavallılar! Hiçbir zaman başaramayacaklar!.."

Sonunda, bir tanesi hariç, diğer kurbağaların hepsinin ümitleri kırılmış ve yarışı bırakmışlar. Ama kalan son kurbağa büyük bir gayret ile mücadele ederek kulenin tepesine çıkmayı başarmış.

Diğerleri hayret içinde bu işi nasıl başardığını öğrenmek istemişler. Bir kurbağa ona yaklaşmış ve sormuş bu işi nasıl başardın diye.
O anda farkına varmışlar ki.... kuleye çıkan kurbağa sağırmış!

Arkadaşlar;

Olumsuz düşünen insanları duymayın...Onlar kalbinizdeki ümitleri çalarlar!

Olumsuz düşünceler ne kadar etkiler yaşamımızı? peki ya bizler; çevremizde başaramayacağımızı düşünen insanlar varken nereye kadar devam edebiliriz?, ümitlerimizin kırılma noktası nedir? Ümit etmek başarıyı nasıl böylesine etkiler? Ve olumsuz düşünceler hedeflerimizden nasıl uzaklaştırır bizleri?

Şimdi, Cola Turka diyoruz, Limonata diyoruz, kremalı bisküvi diyoruz, çubuk kraker diyoruz, stok yüksek diyoruz, satılmıyor diyoruz, rakip şunu yapıyor diyoruz, distribütör para toplayamıyor diyoruz, müşterimiz battı diyoruz, tamam bunların hepsi gerçek...ama şunu da unutmayalım ki, ne kadar çok olumsuzluk konuşur, ne kadar çok olumsuzluk düşünür isek, o düşüncelerin esiri olur, gerçeği göremez oluruz...gerçek; hepimizin bir ekmek mücadelesi içinde olduğudur...yani bu ürünler ve benzerleri tüketiliyor ise, biz kişisel farklılığımızı da ön plana çıkartarak, yapacaklarımızın en iyisini yapacağız...yapabileceğimiz demiyorum dikkat ederseniz, yapacağımız diyorum...çünkü bunları daha önce yaptık, her birimizin backroundu bunu söylüyor ve buradaki her kişi seçilmiş, başarılı veya başarılı olabileceğine inanılan kişiler...

Ben tamamen sağır olalım demiyorum, ama olumsuzluğa teşvik edenler karşısında sağır olmalıyız diyorum.

Bu duygu ve düşünceler içinde hepinizi saygı ile selamlıyorum.

Tevfik ÇELİK

24 Aralık 2009 Perşembe

Bindiğin Geminin Kaptanının Sevdiği Türküyü Mırıldanmak (Bakış Açısı)

Yıl: 2020
Ay: Ocak
Yer: Kıbrıs - (..... Otel)
Konu: Şef ve Bölge Müdürleri Toplantısı -Edt hakkında
Toplantıyı Yapan: A. A. (Genel Müdür Yardımcısı)

2019 yılının değerlendirildiği, yıl sonu toplantısı 3 gün sürdü. Bu süre zarfında uzak bölgelerde birbirini görme imkanı bulamayan mesai arkadaşları hasbihal etme fırsatı buldular ve özlem giderdiler. Toplantı haricindeki zamanlarda ise sosyal aktiviteler ile birbirleri ile hoşça vakit geçirdiler.

Toplantı içeriği ve konuşulan konular, toplantının üçüncü pazar günü öğleden önce kapanış konuşması ve temenniler ile sona erdi ve odaları boşaltma işlemlerine geçildi.

İşte bu esnada şirketimizin satış operasyondan sorumlu genel müdür yardımcısı A.A. bey, şefler ve bölge müdürleri ile ayrı bir toplantı yapmak istediğini süresini de 1 (bir) saat ile sınırlandırdığını söyledi. Verilen talimat uyarınca, ilgili herkes gibi bende adı geçen toplantının yapılacağı salonda belirtilen saatte yerimi aldım.

Toplantıya genel müdür danışmanı D.B. beyde katılmıştı ve toplantıyı A. bey gelmeden kendisi başlattı. Genel olarak, geçmişden ve patronumuz M.K. bey ile olan anılarından bahsetti. İşimizin daha iyi olması için distribütörleri hoş tutmamız gerektiğini ima yollu anlattı. Ve sözde 1 saatle sınırlı olan toplantının 45 dakikalık kısmını işgal etmiş oldu.

D.B.. bey bu kadar uzun konuşunca, A.A. beyde toplantı süresini uzatmak zorunda kaldı. Ve kendi anlatımına geçti. Şirketin o güne kadar unutmuş olduğu edt kanalı ile ilgili rakamsal veriler verdi, alınacak çok yol olduğunu bu veriler eşliğinde bizlere anlattı. 2020 yılında bu kanala fokuslanılacağını ve bu prensiplerde hareket etmeyen arkadaşlar ile yola devam etmeyeceğini ifade etti. Ve bütün bunları anlatırken de konuşmasını deyimler ve özdeyişler ile süsledi. Ama öyle bir ifadesi vardı ki, ben duyduğum anda bir şok geçirdim.

Peki neydi bu ifade; "Bindiğin geminin kaptanının sevdiği türküyü mırıldanacaksın" arkadaş!

İlk şoku atlattıktan ve kendisinin cümlesi bittikten sonra, dayanamayıp sözü aldım ve;
"yani A. bey, kısaca siz bize yalakalık yapın mı diyorsunuz?" dedim. Ve ortamda buz gibi bir hava ile beraber kısa süreli esas şok yaşandı.

-A. bey, "arkadaşlar, benim anlattıklarımdan siz Tevfik beyin çıkardığı sonucu mu algıladınız? eğer sizlerde böyle algılamış iseniz beni yanlış anladınız" dedi...

Koca salondan bir Allahın kulu da çıkıp birşey söylemedi. Ama ben durur muyum?

-"A. bey, toplantı başlangıcından itibaren tüm söylediklerinizi not aldım, bakın neler demişsiniz diyerek kısaca bir özet ile yine kendisinin sarfetttiği gittiğin yerde güzellikler bulmak istiyorsan, güzellikleri de beraberinde götüreceksin ve haklı olmak değil, haklı kalmak önemlidir deyişleri" ile sözlerimi tamamladım.

Ve tabi haliyle, tüm bu ifadelerin sonrasında A. bey hitabetinde ki farkı ile olayı çokta kronikleşmeden ve uzatmadan kapattı.

Bir yıl sonu toplantısı daha bu minvalde sonuçlanmış ve şirket üst yönetiminin personelinden olan beklentisini birinci ağızdan öğrenmiş olduk. Bu beklentiyi de profesyonel hayatın gerekleri diye yorumladık. Yani en iyi yalayan kariyer yapar.

Nice güzel günlere sağlık, mutluluk ve huzurla.

Tevfik ÇELİK

2 Aralık 2009 Çarşamba

GÜNLÜK KOŞUŞTURMACALARDAN ARINMAK

Zaman, dünya üzerindeki somut her türlü varlığın üzerindeki en büyük etki eden husus. Hatta sadece varlıklar ile ilgili değil, soyut kavramlar üzerinde de ciddi etkisi var zamanın. İşte zaman denilen bu olgu insan hayatına da çok önemli etkiler yapıyor.

Eski dostluklar ve arkadaşlıkların değeri zaman geçtikçe daha iyi anlaşılıyor. Hele hele şu internet denilen (ki bence insanlık tarihinin en büyük icadıdır) olay sayesinde, her gün onlarca mail ile, power point dosyaları ile, dostluklar, insan ilişkileri, kutsal ve manevi değerler konularında öylesine uyarılar ve dikkatimizi çeken cümleler var ki, değer dediğimiz, kıymet dediğimiz manevi duyguyu daha yoğun hissetmeye başladık.

Kişi, kendisini günlük koşuşturmacalar dan arındırmayı başarabilmiş, maddiyat ile sosyallik arasındaki dengeyi iyi kurabilmiş ve bir şekilde manevi huzuru bulabilmiş ise bence ondan şanslısı yok. Dilerim bizde çok arzuladığımız bu duruma gelebilelim.

İnsan bünyesinde “k hücresi” denilen ve moral ile çoğalan bir hücre varmış. İşte bu hücreler insanın direncini arttırır ve mikroplarla savaşmasına yardımcı olurmuş. Az önce bahsettiğim olayda (maddiyat ile maneviyatı harmanlamak) tam olarak burada devreye giriyor ve insan sağlığı için ne kadar önemli olduğu ortaya çıkıyor. Dolayısıyla, kendim den örnek verecek olursam, günlük koşuşturmacalardan kendime, aileme, dostlarıma ve hobilerime vakit ayırmaya çalışıyorum. Umarım başarılı olacağım :o)

Saygılarımla.

Tevfik ÇELİK

29 Kasım 2009 Pazar

Sistem Sorgulanabilmeli mi?

İnsanların daha huzurlu yaşayabilmeleri için sosyolojik alanda, ülkelerin daha iyi savunulabilmesi için askerlikte, çalışanlardan daha fazla verim alabilmek için iş hayatında, öğrencilerin daha iyi eğitim alabilmesi için Milli Eğitimde, daha iyi sağlık ve güvenlik sağlayabilmek için sosyal güvenlik alanında gibi onlarca örnekle çeşitlendirebileceğimiz ve içinde insan bulunan her alan bir sistem içindedir.

Bu sistemler, zaman içinde yaşanan gerçekler ve ihtiyaçlar doğrultusunda şekillendirilmiş ve şekillendirilmeye de devam etmektedir. Kanunlar ve yöneticilerde bu sistemlerin işlerliğini sağlamak ve korumak amacını gütmektedirler.

Ama dinamik ve sürekli gelişen bir dünyada yaşadığımız düşünüldüğünde, bu korumacılığa körü körüne bağlı kalmak, sistemin gelişimine yapılacak en büyük ihanettir. İşte bu noktada yöneticinin özelliği ve belki de liderlik vasfı ortaya çıkmaktadır.

Tarihe göz attığımızda sistemi sorgulayan ve radikal değişiklikler yapan yöneticilerin tamamının tam bir lider olduğu görülmektedir. Risk alabilen, inisiyatif kullanabilen ve aldığı bu kararın sorumluluğunu üstüne alabilen yöneticilere uzun vadede baktığımızda hepsinin ortak özelliğinin çok ciddi bir başarı hikayelerinin olduğudur.

Sürekli gelişen ve değişen dünyada insanların ihtiyaçları da şekil değiştirmekte, mevcut sistemler bu ihtiyaçlara cevap verememektedirler.
İşte sistemsel bu ihtiyaçları ve değişiklikleri rakiplerinden ve çalışanlarından önce görebilen, görmekle kalmayıp gerekli adımları atabilen ve sistemi günlük ihtiyaçlara göre şekillendire-bilen yöneticilere günümüzde lider yöneticiler diyoruz.

Günümüz dünyasının ihtiyacı olan yönetici tipi de “Lider Yöneticiler” dir. Çünkü onlar sistemi sorgular ve sistemi ihtiyaçlara cevap verebilecek hale getirirler.

Ülkemizin her türlü kademesinde hem kamu, hem özel sektörde, hem sporda, hem siyasette, kısaca her alanda ihtiyacı olan bu tip yöneticiler ile yönetilmesi dileğiyle.

Tevfik ÇELİK

28 Kasım 2009 Cumartesi

Bayramlar ve Rekabetin Getirdikleri

Arkadaşlar;

Her bayramda, eski bayramların tadının olmadığı, her şeyin değiştiği, artık eski günleri özlemle yad eder hale geldiğimiz söylenir.

Doğrudur, ama artık hiçbir şey eskisi gibi değil ki bayramlar “eski bayram” olsun.

Artık her alanda amansız bir rekabetin ve bunun getirdiği akıl almaz koşuşturmacısının etkisindeki bizler, samimiyet ve duygusallığı yitirmeye başladık, dolayısıyla da eski günleri özlem ile anmaya başladık.

Rekabet kişinin ana rahmine düştüğü andan itibaren başlıyor artık. Ebeveynler, anne karnındaki bebeğin gelişimini doktor kontrolünde sürekli takip ederken, onun doğum sonrası dünyaya en güçlü şekilde hazırlanabilmesi için, annenin beslenme alışkanlıklarından tutun da, hamilelik sürecindeki psiklojik ve fiziksel şartlarına da azami özen gösteriyorlar. Akabinde dünyaya gelen çocuk, hiçbir şey anlayamadan çok yoğun bir koşuşturmacanın içinde buluyor kendini.

İşte rekabetin böylesine bir süreci olduğunu düşünürsek, ve rekabetin getirdiği sonuçları şöyle hayalimizde canlandırırsak, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını çok net görürüz. Buna bayramlarda dahil tabiî ki…

Peki, ne yapmalıyız…Bundan böyle mevcudu nasıl daha fazla iyileştirebiliriz, kendimiz ve çevremizdekiler üzerindeki pozitif etkilerini nasıl arttırabiliriz, bu konu üzerinde yoğunlaşmamız gereklidir. İşte bunu becerdiğimiz anda da aklıma ilk gelen örnek, “her Kurban bayramında görmeye alıştığımız görüntüler” başlığında ana haber bültenlerinde yer işgal edecek konularla muhatap olmayız.

İşte bu duygu ve düşünceler içinde hepinizin bayramını kutluyor, H1N1 virüsünden uzakta, sağlıklı ve huzurlu günler diliyor, saygılarımı sunuyorum.

Tevfik ÇELİK

4 Ekim 2009 Pazar

CHELSEA MAÇI HOŞ BİR ANI 03.04.2008

CHELSEA MAÇI HOŞ BİR ANI (03.04.2008)

37 yaşındayım, Balıkesir de ikamet ediyorum ve yaklaşık 4 seneden bu yana da mabed de ki hemen hemen bütün maçlara geliyorum.

Her maça gelirken beraberimde değişik arkadaşlar getirip onlara hayatları boyunca unutamayacakları güzel bir anı bırakmak istiyorum. Bu sebeple de genelde şöyle bir program izliyorum; zamanımıza bağlı olarak maç öncesi maçkolik'te bir şeyler atıştırmak, daha sonra (zorunlu olarak) Feneriumdan alış-veriş yapmak, ve en son olarak ta mabedimizi ve o güzel atmosferi doyasıya yaşamak.

Şampiyonlar ligi çeyrek final ilk maçımız içinde, yine her zaman olduğu gibi heyecan ve zevkle hazırlandım. Yalnız bu sefer nedense içimde hoş bir kıpırtı vardı. Bir gece önce de heyecandan dolayı geç vakte kadar uyuyamamıştım.Bu maçın benim için bir başka önemi de, heyecandan ötürü hiçbir FENERBAHÇE maçını canlı olarak televizyondan izleyemeyen 63 yaşındaki babamı (hayatında ilk defa olacak olan) mabede maç izlemeye getirecek olmamdı.

Maç için Balıkesir'den dört kişi, saat 14:00 gibi, her birimizin üzerinde (babamda dahil) çubuklu formalar olduğu şekilde yola çıktık. Yolda Balıkesir , İzmir , Bursa ve Manisa plakalı araçlar içinde çubuklu formalı renktaşlarımızı gördükçe heyecan katsayımız sürekli artıyordu. Hele o tanımadığımız ama renkdaşlığın vermiş olduğu gurur ile birbirimize zafer işaretleri ve sempati ile yapmış olduğumuz selamlamaların tarifi kelimeler ile anlatılamaz. Birden kendimizi Topçular'da feribot sırasında bulduk ki, sanki küçük Kadıköy. Tabi benim için sürpriz değil di, ama beraberimdekiler ve özellikle de babam için çok güzel gelişiyordu olaylar ;-) Bir baktım ki, çubuklu formalar içinde ki babam, bir taraftar grubunun içinde ve koyu bir muhabbet halindeler :o)

Derken saat 19:30 civarında mabed yakınlarında otopark bulup, aracımızı sağ ve salim bir şekilde park ettikten sonra, ilk ve değişmez istikametimiz olan Feneriuma yöneldik. Ama bizi hem çok sevindiren hem de içimizde bir burukluk oluşturan bir süprizle karşılaştık ki, bu süpriz de maçın başlamasına daha 1,5 saat olmasına rağmen, Fenerium tribün altında bulunan Fenerium mağazının tabiri caiz ise yağmalanır bir şekilde ürünsüz kalması idi :-)

Artık daha fazla mabed dışında vakit geçirmenin bizim için bir anlamı kalmamıştı ve hemen mabedimize girdik. Mabed görevlileri bilet barkodlarımızı okuttuktan sonra, elimize sarı ve lacivert düz renkte bayrakları tutuşturarak maçın atmosferine bizi hazırlamak için ilk adımı attılar. Maçı heyecan içinde beklediğimiz o kısa sürede mabedi seyir etmeye doyum olmuyordu ki, bir de baktık seronomi bitmiş. İlk düdük ile beraber stad zıplarken, hacı olan babam hem dua ediyor, hemde bana sarılmış zıplıyordu. O şanssız dakikada babam bana, bu maç 2-1 bizim moralini bozma deyip, bir yandan da duasına da devam ediyordu.
Öyle zannediyorum ki devre arası da dahil olmak üzere sürekli dua eden babam, ilk defa geldiği mabedimizden de o atmosferi de gördükten sonra hüzünlü de ayrılmak istememişti.

Oyuncu değişikliklerinde sonra gelen goller ve sevinç nidalarının ardından çıkış merdivenlerinden aşağı inerken, oğlum bir daha ki maça anneni de getirelim önerisi ve sabah 05:00 a kadar benimle beraber uyumadan, ben araç kullanırken bana maç kritiği yaparak eşlik eden babamın, yine de televizyonda FENERBAHÇEMİZİN maçlarını izleyemeyecek olmasını ifade etmesi, bu sevgiyi, bu bağlılığı, bu heyecanı son zerresine kadar nasıl yaşadığını en güzel şekilde beyan etmesiydi.

Sen büyüksün FENERBAHÇEM.

HEP DESTEK TAM DESTEK.

Tevfik ÇELİK

28 Eylül 2009 Pazartesi

MARKA OLMAK VE İSTANBUL

Her sektörde, her alanda, her iş kolunda, rekabetin olduğu her yerde marka ve idol isimler vardır.

Uğur Dündar, güvenilir haber spikerliğinde, İlber Ortaylı güvenilir tarih yazarlığında markadır. Aziz Yıldırım spor camiasında kulüp başkanlığında, Hidayet Türkoğlu bir sporcu olarak basketbolda, ülkemizin markasıdır.
Antalya 5 yıldızlı otelleri ile, Safranbolu ise kendisine has evleri ile turizm sektörünün marka şehirleridir.
Ülker bisküvide, Coca Cola meşrubat sektöründe, marka ürünlerdir.
Formula-1 araba yarışlarında, Şampiyonlar Ligi, futbolda markadır. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün...

Ama biz ülke olarak öyle bir markaya sahibiz ki, bu markanın gücüne, ne idareciler olarak, ne vatandaşlar olarak, ne yaşayanlar olarak vakıf olabildik. Bu marka hepimizi ezdi ve ezmeye devam ediyor. İşte bu marka İstanbul'dur.

2010 yılında Avrupa Kültür Başkenti olacak olan marka şehrimiz İstanbuldan hergün onlarca olumlu ve olumsuz haber çıkmaktadır. Sel felaketi, ırza geçme, kapkaç terörü, trafik terörü, gibi onlarca olumsuzluğun yanında, yeni yeni açılan kültür merkezleri, viyadükleri, tünelleri, raylı sistemleri, müzeleri ve benzeri gibi onlarca da iyi yapılan işler ile, dünyada bir benzeri daha olmayan o güzel boğazı ile de olumlu olarak hafızalarda yer işgal etmektedir.

Güçlü markalar nasıl yönetiliyor? nasıl gücünü devam ettiriyor? ilgiyi her zaman kendisinde tutmayı nasıl becerebiliyorun? cevabını bulup, bunu İstanbula uygulayabildiğimizde, neler olabileceğini hep beraber göreceğiz.

Tevfik ÇELİK

26 Eylül 2009 Cumartesi

DAUM EFENDİ

"Şapka düştü, kel göründü"

Hazırlık maçlarında başlayarak, lig ve uefa ön eleme tur maçlarında takımımızı gördük...hiç birimiz ne oynanan futboldan tatmin olduk, ne teknik kadronun kararlarından, ne de mücadeleci takım beklentimizden...bizler gibi yönetimimizinde tatmin olmadığını düşünüyorum...

Daumun, "72 Tuncay" takıntısını hatırlamayanız yoktur sanırım...adam çok uzunca bir süre Tuncayı hep yedek soyundurdu ve maçın durumu ne olursa olsun Tuncayı 72. dakikada oyuna alırdı...

Daum tribünlere oynuyor, ama hangi tribünlere? onun tribünü, şeref tribünü, yani yönetim...sayın Daum, konuşmalarına göreve geldikten sonra, uzunca bir süre sayın başkan Aziz Yıldırım diye başladı, teşekkür etti, katkılarından bahsetti falan...sonra muhtemelen ikaz gördü ve kendisine "bu kadar yalakalık yeter" dendi herhalde ki, artık kullanmıyor veya ben son dönemde kaçırdım...

Yine Daum tribünlere oynuyor, nasıl mı? Türk halkının sempatisini kazanmak için bizim toplum olarak hassas olduğumuz konulara değinerek...eeeee medyamız içinde bulunmaz haber kaynağı...ve sonuç Daum bizden biri...İstiklal marşı okuyor her maç öncesi bizimle beraber...ama ne hikmetse dudak hareketleri senelerden beri bir türlü söylenen marşla tutmadı...yinede sempati duyuyoruz kendisine ve söylediğini şov yapmadığını kabul ediyoruz...

Daum tribünlere oynuyor, peki bu tribünün adı ne? Bu tribünün adı PARA; Napolyonun tabiri ile "para para para" belki bir daha göremeyeceği miktarda paralar alıyor bizden...peki ne verecek bize aldığı bu paraların karşılığında? çok iyimser tahminim, bir ihtimal lig şampiyonluğu...ve Türk insanın bununla tatmin olduğunu görmüş uyanık Germen...

Daum tribünlere oynuyor, meslektaşları ve futbol camiasına iyi görünme tribünü bunun adı da...Milli maç öncesi, milli takımın başındaki, ve adını burada zikretmek istemediğim şahsa ve ekibine methiyeler düzerek...bu tavrı ile kendisine karşı bir cephe oluşturmamak için bu tribünlere oynuyor...futbol camiası içinde sempati ve saygınlık kazanmak için oynuyor bu tribüne...

Premier Lig gol kralını, en hayati önem taşıyan, şampiyonluk maçımızda sahaya yedek sürerek moral olarak bitiren bu adam değil mi?

Semih Şnetürk gibi, herkesin üzerinde uzlaştığı, kendisini ispat etmiş bir gol makinasına bu mesafeli duruşu yapan bu adam değil mi? bütün stad 55. dakikadan itibaren Semih Şentürk diye bağırırken, durum1-2 olunca oyuna sokan bu adam değil mi?

Mehmet Topuz gibi mücadele eden ve birazda saha içi çirkefliğe müsait yapıda olan, elindeki bu değere sırf, aldığı ücret ve popüleritesinden ötürü başkaca hiç bir problem olmamasına rağmen, mesafeli davranan bu adam değil mi?

Rakipler artık bizi çözdü, önlemlerini çok rahat alıyorlar, Alexin başına bir adam, maçın birinci dakikasından itibaren yakın markaj ve biraz da tatlı sert press, zaten mücadele yeteneği sıfır olan bu futbolcunun bitmesi ve sayın Daumun buna seyircisi kalması, önlemini almaması ne ile izah edilebilir?

Dünkü maçta, Gökhan Gönül yediğimiz birinci golden yaklaşık 5 dakika önce falan sakatlandı, tv de bu görüldü mü bilemiyorum ama, çocuk sekmeye ve saha içinde durmaya başlamıştı...bunu göremeyip, saha kenarına çağırıp, kısa süreli tedavisini yapmayıp, Gökhanın gol dakikasında uzun süreli sakatlanmasına seyirci kalan ve 10 kişi kaldığımız bu anda gol yememize seyirci kalan da bu Daum dan başkası değil...

Özer Hurmacıyı bu platformda kaç senedir takip ediyoruz arkadaşlar? Ankaraspora gitmeden önceden buradan yönetime seslenip, böyle bir değer var, bunu alalım demedik mi? er veya geç aldığımız bu futbolcu, gelecek 10 yılda Türk futboluna damgasını vuracak derken, diye düşünürken veya kendimizi avuturken, bu sayın Dauma, bu konuyu anlatacak ve bize Kazım - Deivid eziyeti çektirmeye sonlandıracak bir ALLAH'ın kulu yok mudur?

Ve bu yazdıklarım uzatılabilir, yazının da daha fazla sizleri sıkmaması için burada satırlarıma, yapmış olduğum bu tespitlerle son veriyorum. Çözüm konusunda ise çokta iyimser olmadığımı ifade ediyor, hepinize saygılarımı sunuyorum...

Tevfik ÇELİK

25 Eylül 2009 Cuma

Gerilla - Terörist

Gündemimize planlı bir şekilde sokulan ve nakış gibi ince ince işlenen bir Gerilla sözcüğü ile farkında olmadan muhatap olmaya başladık.

Öylesine bir psikolojik harekat ki bu, bilinçaltımıza, terörün maşası olan o teröristleri gerilla olarak lanse ediyorlar. Bölgedeki Dtp'li yetkililerin, belediye başkanlarının, parti yöneticilerinin beyanlarında artık gerillalardan bahsedilir oldu.
Ben size hemen bu sürecin yol haritasını çizeyim; bunu önce sanatçılar, sonra bilim ve siyaset dünyasındaki önemli isimler takip edecek, en sonunda da devletimizin en yetkili ağızları gerilla söylemini gerçekleştirecekler.

Türk Dil Kurumu sözlüğünde Gerilla "Düzenli bir orduya karşı küçük birlikler hâlinde çatışan, hafif silahlarla donatılmış topluluk" olarak tanımlanıyor. Buna bağımsızlık savaşçısı ifadesi de ekleyebilirsiniz.

Alın size ezilen ve sömürülen (?) Kürt halkının, bu esaretten kurtulması ve tam bağımsızlığına kavuşması için ve devamında da kurulması planlanan Bağımsız Kürdistan için savaşan bu kahraman insanların (?) mücadelesi. Alın size bu Kürt halk kahramanlarına (?) verilen isim. Önce gerilla, sonra direnişçi, sonra kahraman ve en sonunda Türk askerine sıkılan ilk kurşun heykelinin bilmem ne tepesindeki açılışı. Diyarbakırın, Siirtin, Hakkarinin sokaklarına verilen, çocuk parklarında ölümsüzleştirilen veya hastanelere verilen gerilla isimleri.

Bu ülkede ezilen ve baskı altında yaşayan bir Kürt kimliğinden kim bahsedebilir? Tek kelime Türkçe bilmeden yaşayan bu insanlara kim, hangi baskıyı uygulamıştır. Sosyal adaletten bahsedenler, kendilerine getirilen hizmete nasıl karşılık vermişler peki bunu sorguluyorlar mı? Türkiyenin en yüksek kaçak elektrik kullanım oranı nerelerdedir? Peki orada kullanılan kaçak elektiriğin parasını ben vermek zorundamıyım? İş makinalarını yakanlar, oraya giden mühendisleri, öğretmenleri öldürenler kimlerdi acaba? Bu tür olaylar neden Güneydoğu haricinde başka bir yerde olmuyor acaba? Bu yörenin insanları bunları düşünmüş mü, bizim düşündüğümüz kadar?

Herkes, ağzından çıkana dikkat etmeli ve terör yapana TERÖRİST demesini bilmeli, yoksa bu söylemler kutuplaşmayı ve akabinde de bölünmeyi zorunlu kılacak.

Tevfik ÇELİK

23 Eylül 2009 Çarşamba

SEVGİ TÜRLERİ VE FENERBAHÇE SEVGİMİZ

İnsan hayatında üç tür sevgi vardır diyor Japon yazar Toyotome.

Birincinin adi "Eğer" türü sevgi!.

Belli beklentileri karşılarsak bize verilecek sevgiye bu adi takmış yazar. Örnekler veriyor: Eğer iyi olursan baban, annen seni sever. Eğer başarılı ve önemli kişi olursan, seni severim. Eğer eş olarak benim beklentilerimi karşılarsan seni severim (Altı çizilmeye değer bir cümle!).
Toyotome "En çok rastlanan sevgi türü budur" diyor. Bir şarta bağlı sevgi. Karşılık bekleyen sevgi. "Sevenin, istediği bir şeyin sağlanması karşılığı olarak vaat edilen bir sevgi türüdür bu" diyor yazar. "Nedeni ve şekli bakımından bencildir. Amacı sevgi karşılığı bir şey kazanmaktır." Yazara göre evliliklerin pek çoğu "Eğer" türü sevgi üzerine kurulduğu için çabuk yıkılıyor. Gençler birbirlerinin o anki gerçek hallerine değil, hayallerindeki abartılmış romantik görüntüsüne aşık oluyor ve beklentilere giriyorlar. Beklentiler gerçekleşmediğinde, düş kırıklıkları başlıyor. Sevgi giderek nefrete dönüşüyor.
En saf olması gereken anne baba sevgisinde bile "Eğer" türüne rastlanıyor. Yazar bir örnek veriyor. Bir genç Tokyo Üniversitesi giriş sınavlarını kazanarak babasını mutlu etmek için çok çalışıyor. Okul dışında hazırlama kurslarına da gidiyor. Ama başarılı olamıyor. Babasının yüzüne bakacak hali yok. Üzüntüsünü hafifletmek için bir haftalığına Hakone kaplıcalarına gidiyor. Eve döndüğünde babası öfkeyle "Sınavları kazanamadın. Bir de utanmadan Hakone'ye gittin" diye bağırıyor. Delikanlı "Ama baba, vaktiyle sen de bir ara kendini iyi hissetmediğinde Hakone kaplıcalarına gittiğini anlatmıştın" diyor. Baba daha çok kızarak, delikanlıyı tokatlıyor. Çocuk da intihar ediyor. "Gazeteler intiharın anlık bir sinir krizi sonucu olduğunu söylediler, yanılıyorlardı" diyor yazar. Delikanlı babasının kendisine olan sevgisinin yüksek düzeydeki beklentilerine bağlı olduğunu anlamıştı!. İnsanlar "Eğer" türü sevginin üstünde bir sevgi arayışı içindeler aslında. "Bu sevginin varlığını ve nerede aranması gerektiğini bilmek, bu genç adamın yaptığı gibi, yaşamı sürdürmekle, ondan vazgeçmek arasında bir tercih yapmakla karşı karşıya kaldığımızda önemli rol oynayabilir" diyor, Masumi Toyotome.. İlginç değil mi?..

İkinci türe geçiyoruz. "Çünkü" türü sevgi...

Toyotome bu tür sevgiyi söyle tarif ediyor: "Bu tür sevgide kişi, bir şey olduğu için, bir şeye sahip olduğu yada bir şey yaptığı için sevilir. Başka birinin onu sevmesi, sahip olduğu bir niteliğe ya da koşula bağlıdır. " Örnek mi?.. "Seni seviyorum. Çünkü çok güzelsin (Yakışıklısın!)" "Seni seviyorum. Çünkü o kadar popüler, o kadar zengin, o kadar ünlüsün ki" "Seni seviyorum. Çünkü beni üstü lüks arabanla, o kadar romantik yerlere götürüyorsun ki." Yazar, Çünkü türü sevginin, Eğer türü sevgiye tercih edileceğini anlatıyor. Eğer türü sevgi, bir beklenti koşuluna bağlı olduğundan büyük ve ağır bir yük haline gelebilir. Oysa zaten sahip olduğumuz bir nitelik yüzünden sevilmemiz, hoş bir şeydir, egomuzu okşar. Bu tür, olduğumuz gibi sevilmektir. İnsanlar oldukları gibi sevilmeyi tercih ederler. Bu tür sevgi onlara yük getirmediği için rahatlatıcıdır. Ama derin düşünürseniz, bu türün, "Eğer" türünden temelde pek farklı olmadığını görürsünüz. İnsanlar hep daha çok insan tarafından sevilmek isterler. Sevilecek niteliklere onlardan biraz daha fazla sahip biri ortaya çıktığı zaman, sevenlerinin, artik ötekini sevmeye başlayacağından korkarlar. Böylece yasama sonsuz sevgi kazanma gayretkeşliği ve rekabet girer. Ailenin en küçük kızı yeni doğan bebeğe içerler. Sınıfın en güzel kızı, yeni gelen kıza içerler. BMW'si ile hava atan delikanlı, Ferrari ile gelene içerler. Evli kadın kocasının genç ve güzel sekreterine içerler. "O zaman bu tür sevgide güven duygusu bulunabilir mi?" diye soruyor, Toyotome.. "Çünkü türü sevgi de, gerçek ve sağlam sevgi olamaz" diyor. Bu tür sevginin güven duygusu vermeyişinin iki ayrı nedeni daha var. Birincisi.. "Acaba bizi seven kişinin düşündüğü kişi miyiz?" korkusu. Tüm insanların iki yani vardır. Biri dışa gösterdikleri. Öteki yalnızca kendilerinin bildiği. "İnsanlar sandıkları kişi olmadığımızı anlar ve bizi terk ederlerse" korkusu buradan doğar. İkincisi de. "Ya günün birinde değişirsem ve insanlar beni sevmez olurlarsa" endişesidir. Japon yazar "Toplumlardaki sevgilerin çoğu 'Çünkü' türündendir ve bu tur sevgi, kalıcılığı konusunda insani hep kuşkuya düşürür" diyor. Peki o zaman, gerçek sevgi, güvenilecek sevgi ne?.."

Ve iste sevgilerin en gerçeği!.

"Üçüncü tür sevgi benim "Rağmen" diye adlandırdığım türdür" diyor yazar. Bir koşula bağlı olmadığı için ve karşılığında bir şey beklenmediği için "Eğer" türü sevgiden farklı bu. Sevilen kişinin çekici bir niteliğine dayanıp, böyle bir şeyin varlığını esas olarak almadığı için "Çünkü" türü sevgi de değil. Bu üçüncü tür sevgide, insan "Bir şey olduğu için" değil, "Bir şey olmasına rağmen" sevilir. Esmeralda, Qusimodo'yu dünyanın en çirkin, en korkunç kamburu olmasına "rağmen" sever. Asil, yakışıklı, zengin delikanlı da Esmeralda'ya çingene olmasına "rağmen" tapar!. "Kişi dünyanın en çirkin, en zavallı, en sefil insani olabilir. Bunlara 'rağmen' sevilebilir. Tabii bu sevgiyle karsılaşması şartı ile.." Burada insanin, iyi, çekici ya da zengin konum edinerek sevgiyi kazanması gerekmiyor. Kusurlarına, cahilliğine, kötü huylarına ya da kötü geçmişine "rağmen" olduğu gibi, o haliyle sevilebiliyor. Bütünüyle çok değersiz biri gibi görünebiliyor ama en değerli gibi sevilebiliyor. Japon yazar "Yüreklerin en çok susadığı sevgi budur" diyor. "Farkında olsanız da, olmasanız da, bu tür sevgi sizin için yiyecek, içecek, giysi,ev, aile, zenginlik, basari ya da ünden daha önemlidir." Bunun böyle olduğundan nasıl emin?. Hakli olduğunu kanıtlamak için sizi bir teste davet ediyor.. "Su soruma cevap verin" diyor. "Kalbinizin derinliklerinde, dünyada kimsenin size aldırmadığını ve hiç kimsenin sizi sevmediğini düşünseydiniz, yiyecek, elbise, ev, aile, zenginlik, basari ve üne olan ilginizi yitirmez miydiniz?.."Diyelim sıradan bir yaşamınız var.. Günlük yasıyorsunuz. Günün birinde gerçek, derin ve doyurucu bir sevgi bulacağınızdan umudunuz olmasa, kalan hayatinizi nasıl yasardınız?." Diye soruyor ve yanıtlıyor: "Böyleleri ya iyice umutsuzluğa kapılıp intihar diyorlar ya da iyice dağıtıp yasayan ölü haline geliyorlar." Toyotome, hem de nasıl iddialı savunuyor "Rağmen" sevgiyi. "Bugün yaşamınızı sürdürebilmenizin nedeni 'Rağmen' türü sevgiyi su anda yasamanız ya da bir gün bu sevgiyi bulacağınıza inancınızdır." Son sözlerinde biraz umutsuz, Toyotome. "Bugün yasadığımız toplumda herkesi doyuracak bu sevgiyi bulmak zor. Çünkü herkesin sevgiye ihtiyacı var. Kimsede başkasına verecek fazlası yok" diye açıklıyor. Anlatıyor. "Yakınımızda olan birinin bu sevgiyi bize vermesini bekleriz. Ama o da aynı şeyi başkasından beklemektedir." Peki bu dünyada sevgi ne kadar var?. Yazara göre, açlığımızı biraz bastıracak kadar.. Ve de yemek öncesi tadımlık gelen iştah açıcılar gibi. Bu minnacık tadım, bizi daha müthiş bir sevgi açlığına tahrik ve teşvik ediyor. Bu minnacık tadım sevgiye ne kadar muhtaç olduğumuzu anlatıyor. Büyük bir hırsla ana yemeğin gelmesini ve bizi doyurmasını bekliyoruz.. Hani nerede?.. Ve asil çarpıcı cümle en sonda. "Dünyadaki en büyük kıtlık, 'rağmen' türü sevginin yeterince olmayışıdır!.."

Bizim FENERBAHÇE sevgimiz Rağmen türü sevgidir ve HEP DESTEK TAM DESTEK sloganımız bunu çok iyi özetlemektedir. Biz bu takımı başarılı olduğu günlerde sevdiğimiz kadar başarısız olduğu günlerde de sevdik. Biz bu renklere aşığız.

Rahmetli büyüğümüz İslam Çupi;
FENERBAHÇE BÜYÜKLÜĞÜ'nü Türkiye’de, Fenerbahçe Cumhuriyeti sağlıklı, başarılı ve ilkse bu ülkede her şey mutlu ve huzurludur. Esnafın yüzü güler, parakendeci ve toptancıların tezgahında mal kalmaz. Tiyatrolar, sinemalar, sazlar, barlar meyhaneler fuldur. Fenerbahçe Cumhuriyeti ortalıkta yoksa, Türkiye yoktur, futbol yoktur, bolluk yoktur, insanlar yoktur, canlılar güç nefes alır ve bu ülke kısa süre sonra yaşayan yer olmaktan çıkıp, mezarlık olur. Fenerbahçe büyüklüğü ne şampiyonluk büyüklüğü, ne kupa büyüklüğüdür.Onun büyüklüğü başka bir büyüklüktür işte, adı konamaz...şeklinde özetlemiştir.

22 Temmuz 2009 Çarşamba

PSİKOLOG MEHTAP KAYAOĞLU'NDAN

'Senin sayende' demiyorsanız,'senin yüzünden' de demeyin hiç bir zaman.

Selma, 6 çocuklu bir ailenin dördüncü çocuğuydu, bana geldiğinde 8 yaşındaydı. Selma'nın onu psikolojik olarak susmaya iten, 'seçici konuşmazlık' dediğimiz sürece getiren olaylar beş yaşındayken başlamıştı.
Selma, beş kardeşi, anne ve babasıyla kendi halinde normal bir yasam sürerken, bir gün annesi hastalanıyor. O dönemlerdebeş yaşlarında. Kendisinden büyük iki abla, bir ağabey ve kendisinden küçük iki kardeş daha var..

Küçük kardeşin yeni doğduğu dönemde anne ciddi sağlık sorunlarıyla karşılaşıyor. Uzun süre tedavi görüyor. Yoğun uğraşılara rağmen iyileşmiyor. Hastane ortamından evine gidip son günlerini evinde huzur içinde yaşasın diye doktorlar tarafından eve gönderiliyor. Birkaç ay evde babaanne, hala ve benzeri yakın akrabaların yardımıyla yaşatılıyor. Birgün hayata gözlerini kapatıyor. Anneye en fazla ihtiyaç duyulan dönemde anne, Selma'nın hayatından çıkıp gidiyor.

Aradan 1,5 yıl geçiyor. Kendi hallerinde bir şekilde Yaşamaya alışıyorlar. Büyük kızlar evde yemek yapıp, en küçük çocuklara annelik yaparken, Selma babasıyla birlikte dükkanda çalışıyor. Dükkanları evin hemen alt katında olduğu için baba endişeduymadan iş hayatına devam ediyor. Çocuklarını kimseye muhtac etmeden yük etmeden idare ediyor. Bir gün ablalar ve ağabey, kardeşlerini alarak yakın Akrabalarına gidiyorlar. Selma babasının yanından ayrılmıyor. Çok ısrar ediyorlar ama istemedigi için gitmiyor. Babası da gitmemesine ses çıkarmıyor. Öğleden sonra baba Kız dükkanı temizlemeye başlıyorlar. Selma babasının istediği gibi her yeri bi güzel temizleyip süpürüyor. Daha sonra radyoyu açıyor. Müzik dinlemeye başlıyor. Ancak dışardan gelen sesler nedeniyle müziği duyamadığı için, sesini iyice açıyor. Babası da başının ağrıdığını söyleyerek müziğin sesini kısmasını istiyor. Selma, babasının söylediğini duymamış gibi yapıyor. Hani çocuklar sıklıkla yaparlar ya.. Bir süre sonra babası, başının çok ağrıdığını söylüyor. Yüzü asılıyor. Selma, gidip gelip babayı kontrol ediyor baş ağrısı geçti mi diye. Babası baş agrısına dayanamayarak eve ilaç almaya çıkıyor. Sıcaktan bunaldığını, kendini kötü hissettiğini söylüyor. Dükkana dikkat etmesini hemen bir ağrı kesici alıp geleceğini de ekliyor. Eve çıkıyor. Aradan epey zaman geçmesine rağmen baba yok. Bekliyor baba yok. Merak edip yukarıya babasına bakmaya çıkıyor. Eve giriyor. Babasına sesleniyor. Cevap yok. Tam oturma odasına giriyor ki babası o anda Selmanın gözleri önünde kalp krizi geçirmeye başlıyor. Selma babasının çırpınmalarına, yerde tırmalamasına...vs. şahit oluyor. Babası son nefesini verip yerde cansız yatarken, Uyandırmaya çalışıyor. Babası uyanmıyor...
Camdan aşağı doğru bağırmaya başlıyor:
'İmdat.. Babama bişey oldu... Yardım edin!..' kısa süre içinde ev mahalle halkıyla doluyor...

Cenaze işlemleri bitince 1,5 yıl önce anneleri ölen bu altıkardeşin ne olacağı tartışması başlıyor.. kimi 'yanımıza alalım', kimi 'yuvaya verelim', kimi de 'hepsine birden nasıl bakacağız' diyor. En sonunda akrabalar aralarında anlaşıyorlar.' herbirimiz birisini alalım. Böylece çocuklar yurtlarda perişan olmaz, arada sıradada olsa birbirlerini görürler.' Diye düşünüyorlar. Selma' yı çok sevdiği halası alıyor.

İki yıldır Selma yanlarında ve hiç konuşmuyor. Duyduklarım beni çok etkilemişti. Daha önce gidilen Uzmanların isimleri beni endişelendirmişti. Bir yandan da bir şeyler yapabilirim belki diye düşünmeden edemiyordum. Hikayesinden çok etkilendigim bu kızı merakla bekliyordum.

Halası olan biteni tek tek anlattı.'Gelinimiz ve ağabeyimin ölümünden sonra ben de onu bir türlümutlu edemedim. İki yıldır yüzü hiç gülmüyor. Kendiliğinden hiç bir şey yapmıyor. Sadece konuşmasa neyse ama sankikurulmuş bir robot gibi. örneğin sofraya oturup yemek yiyeceğiz ' Hadi Selma sofraya otur!' diyoruz oturuyor. Hadi Selma artık kalkabilirsin demeden kalkmıyor. Önceleri aldırmadık. Baktık olmadı karşımıza aldık uzun uzun konuştuk anlattık. Ona evimizin bi kızı oldugunu, evdeki herkes kadar her şeye hakkı oldugunu... hiçbirisi fayda etmedi. Zamanla öfkelenip inadını kırmak için bazı taktikler uygulamaya başladık. Sofra hazır olunca gel otur demedik, aç kaldıgı günler oldu. Ya da artık kalkabilirsin demedik saatlerce sofrada oturdu. Hadi artık uyu demedik, sabaha kadar koltukta öyle oturdu. Vicdanın yoksa söyleme...

'Onunla yaptığım ilk seans dün gibi aklımda. Hal hareketleri dinlemiyormuş gibi ama tüm alıcılarını bana cevirdiğini hissettiğim tavırları.
- Biliyor musun ben seni çok sevdim- ......
- Vallahi çok ciddiyim, çok sevdim.- .....
- Ne güzel hiç konuşmuyorsun, diğer çocuklar gibi kafamı şişirmiyorsun ..Gözlerimin içine bakıp gülümsemesini saklamak ister gibi dudaklarını ısırarak başını salladı.
- Biliyor musun bazen çocukların hayatlarında bazı şeyler Yolunda gitmiyor, benim işimse bunları yoluna koymak. Beni dinlediğini biliyorum .. hatta benimle konustugunu bile hissediyorum. Çocuklar benden yardım isterler, ben de onlara yardım ederim. Bu hep böyle oldu.- .......
- Ama şu an işler değişti. Sana yardım etmeyi ben istiyorum. Eğer bana yardım edersen , izin verirsen seni susturan şeyin ne oldugunu bulurum. Gerçekten... inan bana...izin verir misin? Başını salladı! Evet başını salladı!
- Elimde bazı resimler var, o resimleri cocuklara gösteriyorum onlar da bana resimlerle ilgili hikayeler anlatıyorlar. Onlar bana hikaye anlatınca ben de onların mutlu olmasını sağlıyorum. Yani bütün sır hikayede. Biliyorum sen konuşmuyorsun. Ama hikaye anlatmak istersen, konustugunu kimseye söylemem. Bu ikimizin sırrı olur. Anlaştık mı? Bir süre düşündü. Başını saga sola salladı. Evetle hayır Arasında gidip geliyordu. Birden evet anlamına gelecek şekilde başını salladı.
Karşımdaydı... ben ona resimler gösteriyordum o da bana hikayeler anlatıyordu. İşimiz bittiğinde ona çok teşekür ettim. Anlattıklarını analiz etmeye bile gerek yoktu. O kadar saf, o kadar temiz, o kadar kendi hikayesini anlatmıştı ki... Selma'nın bilinçaltı karma karışıktı.

İşte Selma'nın analizden geçmesine bile gerek bırakmayan, Halasını dinlerken gözyaslarına boğan, beni analiz yaparken hıçkırıklara boğan hikayesi...

'Bir varmış bir yokmuş, bir zamanlar bir ülke varmış. Bu Ülkede anne babasıyla yaşayan çok mutlu çocuklar varmış. Çocuklarkardeş kardeş hep oynarlarmış, anne babaları onlara hiç kızmazlarmış. Birgün bu çocukların annesi hastalanmış. Çocuklar çok üzülmüş. Ama kimse çocukların üzüldüğünü anlamamış. Anneyi hep hastaneyegötürmüşler. İlaçlar vermişler. hem de acı acı ilaçlar. Anne, sırf çocuklarını yalnız bırakmamak için içmiş bütün o acı ilaçları. Çocuklara hep annelerinin iyileşeceği söylenmiş. Bir gün anneyi eve getirmişler. Çocuklar anne geldi diye çok mutlu olmuşlar. Anne hep yatakta yatmaya başlamış. artık cocuklarına yemekler yapmıyormuş. Çocuklar çok üzülmüşler. Annelerinin yanında oyunlar oynamaya başlamışlar. Annelerininyanında niye oynuyorlarmış biliyor musun ? Anneleri eğlensin diye. Ama babaanneleri hep kızıyormuş onlara. 'Gürültü yapıp durmayın. Anneniz zaten sizin yüzünüzden hastalandı' diye. çocuklar çok yaramazlık yaptı diye anne hastalanmış meger. Çocuklar da anne iyileşsin diye onu eğlendirmek istiyorlarmış ama kimseanlamıyormuş. herkes çocuklarını azarlayınca anneleri de coküzülüyormuş... Birgün anne ölmüş. Herkes ağlamış. Çocuklar annenin neden Öldüğünü anlamış. Yaramazlık yaptılar diye. Çocuklar evde babalarıyla yaşamaya başlamışlar. Bir gün anneane gelip yemek yaparken, çocuklar gürültü yapmışlar. Anneanne onlara kızmış 'kızım sizin yüzünüzden hasta oldu. Hiç annenizin sözünü dinlemediniz hasta ettinizkızımı. Sizin yüzünüzden de öldü. Sözümü dinlemeyip gürültü yapar, çok konuşursanız beni de öldürüp ortada kalacaksınız. Kim bakacak size?' demiş.Bir gün Selma , babasıyla dükkanda oturuyormuş. Ablaları kardeşleri amcalarına gitmişler. selma babasının yanından ayrılmak istememiş. Hiç gürültü yapmadan hep babasına yardım ediyormuş. Anneleri çocuklar evde yokken hastalanmış ya. Babası yalnız kalır hastalanır diye yalnız bırakmak istemiyormus. Babaları çocuklarınıhiç kızmıyormuş zaten. Gürültü yaptıklarında bile.. Selma dükkanda babasına yardım etmiş, her yeri mis gibi yapmış. Elleri de acımış biraz. Radyoyu açmış. Babasının başı ağrımış. 'Kızım kapat şunun sesini' demiş. Selma duymuş ama duymamazlıktan gelmiş. En sevdiği müzikler varmış.Babası biraz sonra eve gitmiş. İlaç alıp gelecekmiş. Gitmiş gelmemiş. Selmanın aklına hemen anneannesiyle babaannesinin söyledikleri gelmiş. Annesi zaten cocukların yaramazlıgı yüzünden ölmüştü ya. Selma çok korkmuş eve çıkmış. Babasını aramış. Odaya girince bi bakmış, babası bişeyler yapıyor. Selma çok korkmuş. Babası Selmaya 'git' der gibi işaretler yapmış. Selma gitmemİş. Babası yerde Uyumaya başlayınca uyandırmaya çalışmış.Uyandıramayınca ağlamaya başlayıp komşuları çağırmış. Sonra ev kalabalık olmuş. Selma kimseye söyleyememiş ama çoküzülmüş.. babası ' git ' dediği halde gitmemiş. Yine babasının sözünü dinlememiş. Eger gitseydi, müziğin sesini açıp babasının başını ağrıtmasaydı babası ölmeyecekti. Selma'nın yüzünden öldü. Akrabalar çocukları paylaşmışlar. Selma ablalarından ayrılmakistememiş. Küçük kardeşini de çok seviyormuş. Halası yanına gelip 'kızım sen artık benim kızımsın bizimle yaşayacaksın'demiş. Selma çok mutlu olmuş. Öyle mutlu olmuş ki, halasını çok seviyormuş, istediği zaman kardeşlerime götürürler, diye düşünmüş.. Halasının evine gidince 'artık bunlar benim yeni anne babam' demiş kendi kendine. Ama birden korkmaya başlamış. 'Annemle babamı ben öldürdüm. Yaramazlık yaptım sözlerini dinlemedim. Yeni annemi babamı çok seviyorum. Ya onlara da bişey olursa ben ne yaparım.?' Sonra aklınaBişey gelmiş. Gece yatmadan önce yatağının başucuna oturup dua etmeye başlamış.'Allahım .. ben çok yaramaz bir kızım. Annem babam benim Yüzümden öldü. Halamlar çok iyi insanlar. Ne olur benim yüzümden onları da yanına alma.Eğer onları da alırsan ben kimin yanında kalırım? Ne olur Allahım bana yardım et. Hiç konuşmamam için bana yardım et. Ne zaman gürültü yapıp Söz dinlemesem annem babam ölüyor. Hep susmam için bana yardım et Allahım. Ne söylerlerse yapacağım, onlar söylemeden hiç bişey yapmayacağım... ne olur onları benden alma!..' O günden sonra Selma hiç konuşmamış. Gülmemiş. 'Eğer gülersem evde gürültü olur, başları ağrıyıp ölürler' diye korkmuş. Hep susmuş..Hikayesi bitince Selma gözlerimin içine baktı ve ekledi; 'Biliyor musun? Hala her gece dua ediyorum. Allahım nolur konusmayayım, konusmamam için bana yardım et! Diye. Bazen çok mutlu oluyorum. O zaman çok korkuyorum sevinçten çığlık atarım da gürültü olur, annem ölür diye'O küçük bedeniyle ne kadar büyük bir görev üstlenmişti. Kaçımız en konuşkan, en geveze çağımızda kendimizi susturmayı başarabiliriz ki? Kaçımız bir dondurma alındıgında bile sevinç çığlıkları atabilecekken, bu yogun duyguyu bastırıp susmaya devam edebiliriz ki? Kaçımız? Bu kadar sevilmek... bu kadar değer verilmek...

*********************************************************************
Yapmayın ne olur... Çocuklarınızın küçücük omuzlarına, AĞIR yükler yüklemeyin. Onların akılları da BÜYÜK, yürekleri de KOCAMAN...
Ne olur başınız da ağrısa, bir bardak da kırılsa, eşinizle de kavga etseniz; demeyin...
Zaten aslında hiç biri çocuğunuz yüzünden değildir.Aslında hiç bir şey, hiç bir zaman, bir başkası yüzünden değildir, kendimizizdir, bir durumu istemediğimiz bir sonuca doğru yönlendiren. Ama bunu bilmektense, itiraf etmektense, bir başkasını Suçlamak hep daha kolay gelir.'Senin yüzünden!' demeyin çocuklarınıza...
Hele hiç bir zaman 'Senin sayende' demiyorsanız, 'senin yüzünden' de demeyin hiç bir zaman.

20 Temmuz 2009 Pazartesi

ŞEMS’İN DERVİŞLİK YOLUNDAKİ 14. KURALI

ŞEMS’İN DERVİŞLİK YOLUNDAKİ 14. KURALI:

Hakkın karşına çıkardığı değişimlere direnmek yerine teslim ol. Bırak hayat sana rağmen değil, seninle beraber aksın. “Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir” diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının, üstünden daha iyi olmayacağını?